25 Aralık 2011 Pazar

yavuz & yavuzcan çetin

daha önce hiç video paylaşmamıştım burada. ama bu başka. ülkenin gelmiş geçmiş en büyük gitaristlerinden, blue blues band'ın gitaristi yavuz çetin'i 2001 yılında kaybetmiştik. hayatına kendi eliyle son verdiğinde henüz 31 yaşındaydı. ben ise üniversite son sınıftaydım, henüz yeni çıkmış olan harika albümü "satılık" walkman'imde döne döne aşınmıştı.

yavuz çetin öldüğünde 7 yaşında olan oğlu yavuzcan büyüdü, o da "armut dibine düşer" misali babası gibi büyük bir gitarist ve müzisyen olma yolunda.

dün gece okan bayülgen, televizyon programında pek çok gitar üstadını ağırlamış, aralarında gür akad, batu mutlugil, serdar öztop, cem köksal, asım can gündüz de olan o usta gitaristler de, programın bir yerinde -artık aralarında olmayan arkadaşları-  yavuz çetin'in "köle" şarkısını çalmışlar hep birlikte, hepsi sırayla birer solo atmışlar, aslan payını oğlu yavuzcan'a bırakarak. yavuzcan çetin, babasının şarkısının orta yerinde ona mükemmel bir solo gönderirken insan ne hissedeceğini bilemiyor.. lafı uzatmaya gerek yok, işte o anlar;


seneyi devirirken - vol.2

sene boyunca memleket sınırları dahilinde çıkan güzel hadiselerle, 2011'e dair tefrikamızın ikinci ve son kısmına geçiyoruz. ya da dur bi çay koyup öyle başlayayım. siz de üstünüze rahat bişeyler alın, geliyorum.

-bu senenin güzel albümleri ile başlayalım. melis danişmend'in ilk solo albümü her ne kadar 2010'un son günlerinde yayınlanmış olsa da, bütün etkilerini bu sene doğurduğundan onunla başlayabiliriz. "daha az renk" albümü, danişmend'in eski grubu üçnoktabir'in aksine son derece yumuşak bir sound'a sahip. sert değil, vokalin berraklığı öne çıkmış. "her şey normal", "kettle", "bin doz öfke" tam yorumcu şarkıları. bu sene izmir konserinde bulundum, albüm dışında sahnede söylediği cover'lar da muazzam. iyi şarkıları cover'lamak risktir, altında kalabilirsiniz. ama mesela metropolis'in çok güzel şarkısı "gel gör beni"ye getirdiği yorum, pearl jam'in "jeremy"si, kurban'ın "misafir"i, ve yavuz çetin'in "her şey biter"i, melis danişmend'in sesinde hakikaten çok ama çok güzel olmuş.

-bu sene yayınlanan nilüfer'in "12 düet" albümü, belki bütünüyle mükemmel bir albüm değil. ama hayko cepkin'in "aşk kitabı", rashit'in "uzak dur ateşimden" ve candaş&cingi&ruacan'ın "unut gitsin", malt'ın "ara sıra bazı bazı" düzenlemeleri ve yorumları çok güzel. tnk'nin "selam söyle" yorumu ise introsu itibariyle biraz muse'u anımsatmakla beraber yine albümde kalbur üstü şarkılardan. ayriyeten; ay lav nilüfer, ay heyt kayahan!

-feridun düzağaç için yapılan "iyilik güzellik spor" isimli tribute albümde de hayko cepkin'in "deli" yorumu ve melis danişmend'in "çok geç" yorumu göze çarpıyor. (al bir melis danişmend daha!)

-neyse'nin kendi adını taşıyan ilk albümü ("hokkabaz", türkçe sözlü rock şarkı nasıl olmalı'nın örneği), kreş'in ikinci albümü "kreş çıplak" ("gül açan dudaklar" hem harika bir şarkı, hem de güzel bir videoya sahip), multitap'ın yeni albümü "özel birisin" (kilit şarkı; "ben anlarım", yine videosu da tatlı olan şarkılardan), gevende'nin yeni albümü "sen balık değilsin ki" (kilit şarkılar; "igloo", "esinti"), ehl-i keyf'in ikinci albümü "hasar tespiti" (başta "gülizar" olmak üzere "onlar", "sarmal" ve "göç"e dikkat), elif çağlar'ın albümü "m-u-s-i-c" (kilit şarkı; "circus love", ama siz albümde olmasa da "you got me" cover'ını da bulun, dinleyin), kül'ün albümü "artık güçler dengede",  ve de ortaçgil'in "sen" albümü (bir "light" değil tabi ama) senenin müstesna albümleri.

-pilli bebek, ankara'nın eski gruplarından. bu sene behzat ç.'nin müziklerini yapmaları nedeniyle yeniden hak ettikleri ilgiyi gördüler ve çok dinlendiler. kısacası bu yıl behzat ç.'nin olduğu kadar pilli bebek'in de yılı oldu. özellikle "olsun"un akustik versiyonu unutulacak şarkı değildir.

-kaybedenler kulübü'nün soundtrack albümü de yılın kayda değer çalışmalarından. erdem tarabuş&can gox ürünü albümde ayrıca "ballad of the rock'n roll loser" gibi klasikler de var. can gox&gülce duru yorumu "my woman" ve can gox'un "wrong side of the road" yorumu çok iyi.

-2011'den bahsedip "büyük ev ablukada"yı anmamak, 1986 dünya kupası hakkında konuşurken diego maradona'dan söz etmemekle eşdeğerdir. daha önce de blogda yazmıştım haklarında. albümleri falan yok henüz, çıkarırlar mı o da meçhul. sevenleri onlara internetteki konser kayıtlarından, radyo kayıtlarından, myspace sayfalarından ulaşıyor. çok sağlam bir kitleye şimdiden sahipler. hemşehrim oldukları için torpil geçiyor değilim, ama bu yıl alttan alta en çok büyüyen grup bence. şarkı sözleri ayrı güzel; "karanlık artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin" gibi mesela.. "en güzel yerinde evin", "takıl yani takmıyo belli", "bil", "tayyar ahmet'in sonsuz sayılı günleri" çok güzel şarkılar. izmir konserlerini kaçırdım, artık gidip istanbul'da izlemek farz oldu!

-halil sezai denilen arkadaştan ben bişey anlamadım, "incirli bişey" diye bi filmle çıkış yapan bu er kişiyi "isyeeaannn" diye bağırırken duydum bi şarkısında, bana yetti. hazır teoman müziği bıraktı diye sevinirken yeni bir azabımız var artık sanırım! azap demişken ferhat göçer de geçen gün "wish you were here" söylemiş. nedir arkadaşım bu pink floyd'un türk popçulardan çektiği? serdar ortaç'ın "daktır daktır in dı klasrum" (daktır ne arar la klasrum'da?) travmasının yaralarını toplumca atlatamamışken şimdi de ferhat!.. neyse bişey demiyorum, allah onların ömürlerinden alıp roger waters'a versin!

-"seni öldürmeyen şey, güçlendirir" sözü bu sene en çok ibrahim tatlıses için söylenebilir sanırım. sonuçta kaleşnikof'un öldüremediği bir insandan bahsediyoruz. allah korudu. ibo'nun "yalnızım"ı olmazsa alkol masaları öksüz kalır, diğer başka her şeyi bir tarafa ama sesini severim kendisinin. bu seneyi malum olay nedeniyle tedavi ile geçirdi diye kendisine sırt çevirip burhan çaçan fanı olacak değiliz! (bu arada burhan çaçan'ın liselim şarkısı baya baya pedofilik belirtiler barındırmıyor mu? 40 küsür yaşında bıyıklı adamsın, liseliymiş, kısacık etekliymiş, sapık mısın olm?!) senenin "hayatta kalanı" ibo'ya geçmiş olsun tekrar.

2011 budur.. daha da hakkında yazmam! (çay da bitti zaten!)

ortaokul tarih kitabı insanları

bir insan kendisine en fazla ne kadar kötülük edebilir? kendisine verebileceği zararın sınırı var mıdır? hiçbir konuda sınırları zorlayabilen birisi değilim, kendime zarar vermek konusunda da öyle, maksimum derecem şu; yirmi dakikadır "arka sokaklar" izliyorum. iyilik timsali kahraman polisimiz kötü adamlara karşı.. yersen! kapatamıyorum da, o derece kötü ki insan merak ediyor dandiklik skalasını daha ne derece indirebilirler diye! utanıyorsun ama bırakamıyorsun yani. az önce arayan anneme telefonu "efendim rıza baba" diye açınca durumun vehametini iyice anladım!

"televizyon insanı aptallaştırır" derler ya, yalan! televizyon değil, izlediklerimiz aptallaştırır. bunun yanında dinlediklerimiz, okuduklarımız.. ama sadece bunlar değil, aynı zamanda okumadıklarımız, dinlemediklerimiz, izlemediklerimiz de!

karışık mı oldu? aynı örnek üzerinden anlatayım. arka sokaklar'ı izlediğinizde dizinin gerçekliğine dair koşulsuz bir inanç duyarsanız eğer, mağdur olduğunuzda polisin şefkatli ellerinde her zaman güvende olacağınızı düşünürsünüz. kimliğiniz yanınızda olmadığı için karakola götürüldüğünüzde darp edilmeyeceğinizi.. sadece bir şeyleri protesto eden bir öğrenci olmanızın işkence sebebi olamayacağını.. farklı bir ırka ve renge sahip olduğunuzda başınıza kötü bir şey gelmeyeceğini.. çünkü bu dizilerde karakolda şiddet gören insanlardan veya festus okey benzeri vakalardan bahsedilmez.

bu polis örneğini sadece girizgah olsun diye verdim. bütününde anlatmak istediğim; insan, dünyaya bakışı, siyasi görüşü ne olursa olsun, gerçeği aramak yerine kendisine sunulan ile yetinirse, ortaokul tarih kitabı kadar tekdüze ve cahil bir insan olarak kalır. sadece iktidar yandaşı medya ile beslenen islamcı muhafazakar da, yılmaz özdil'e kutsal insan muamelesi yapan ulusalcı da eşit derecede bağnazdır gözümde. ve hangisi iktidara gelirse gelsin, resmi söylemlerinde pek de bir şey değişmez aslında; "..polis her zaman dostumuzdur,.. kürt sorunu diye bir şey yoktur,.. kimse düşüncelerinden ötürü cezalandırılmamıştır,.. 1915'te bu topraklarda kötü şeyler yaşanmamıştır,.." gibi..

herkes istediğine inansın, derdim o değil, ama ön yargılarını kırmadan, sorular sormadan, zahmete girmeden, rahatını bozmadan ve hatta küfre uğramayı göze almadan hakikate ulaşılmaz!

18 Aralık 2011 Pazar

seneyi devirirken - vol.1

2011'in de dibine vurduk, -ki hakikaten defolsun gitsin, bu kadar rezil, boktan bir yıl olabilir mi? depremleri, savaşları, ölümleri, tutuklu öğrencileri, gazetecileri, vs. bitmedi..  "akasya durağı" dizisi bile güldüremedi milletin yüzünü, düşünün!

ben de gerek bu genel felaketler, gerekse şahsi sebeplerle hiç ama hiç iyi anmayacağım 2011'i! "kendisinden ne hayır gördük ki müziğinden ne bulalım" başlığı altında 2011'de ne olmuş diye bakarsak, yine birbirinin aynı müzikler, sesler, albümler.. insan bir 1991 senesini düşünmeden edemiyor, zira o sene yayınlanan albümlerden sadece birkaçının ismini zikretsem durum anlaşılır; nevermind, ten, use your illusion, blood sugar sex magik.. şimdi geriye dönüp bakınca "vay be ne yılmış" demiyor mu insan? peki bundan 20 yıl sonra 2011'e dönüp bakanlar kimin albümlerini görecek; lady gaga ve ferhat göçer! allahtan serdar yeni bi yaz albümü yapmadı, o da bir şeydir..

ama güzel şeyler de hiç olmadı değil, -ki işbu yazının amacı da onlar, bi başlayabilsem allah'ın zihniyle! (okuyacaklarınız hevesli bir dinleyicinin tamamen kıçının keyfi olan şahsi yorumlarıdır, beğenirseniz eyvallah, beğenmezseniz çok da fifi! :))

-bi kere 2011'in başlı balına "adele" yılı olduğu kesin.. ingilizler senelerdir olağan üstü kadın vokaller çıkarır zaten; jane birkin, marianne faithfull, amy (mekanı cennet), pj harvey, vs.. biz burada sertab'lara, candan erçetin'lere maruz kalırken, adalılara kraliçeler indirilmiş! adaletin bu mu dünya! işte bu familyanın son üyesi adele. ilk albümü 19 ile de dikkat çekmiş ise de açıkçası benim pek radarıma girmemişti. ama bu yıl yayınlanan 21 için ne söylenebilir ki? kesinlikle senenin en iyi sesi ve en iyi albümü, açık ara.. "rolling in the deep" marş oldu zaten, "someone like you" sözleri ve vokali ile tek başına bi şişe şarap içirir.. "rumour has it", "set fire on the rain" başta tüm albüm o kadar iyi ki, robert smith'i kıskandracak "lovesong" yorumu bile arada kaynıyor. bıraksan 3 gün daha yazarım adele'i, bırakma o yüzden! 10 numara 5 yıldız..

-foo fighters ve dave grohl'u ne kadar sevdiğimi ayrı bir yazıda daha önce yazmıştım (bkz: arşiv, link kopyalatmayın şimdi bana). wasting light cayır cayır bir rock albümü. "dear rosemary" gibi bi şarkı yapan adam, çok hayır duası almıştır bence. sert ve melodik. sene boyunca ipod'umda döndü durdu bu albüm, daha da doymadım. bi türkiye konserinin vaktidir artık!

-pj harvey'in "let england shake" albümü, the decemberists'in "the king is dead" albümü (down by the water mükemmel şarkı), red hot chilli peppers'ın "i'm with you" albümü (monarchy of roses, eski dönem rhcp şarkıları gibi) senenin kalbur üstü çalışmaları. (red hot'ın 2012'de istanbul'da olacağı söyleniyor)

-bi de bu sene çıkış yapanlar var; biri lana del rey.. amerikalı bu kızımızın an itibariyle henüz yayınlanmış bir albümü bile yok! 2012'nin ocak ayında çıkacak ilk albümünün önden gelen ilk iki single'ı dünyada lana salgını çıkmasına yetti.. "video games" (patırtıyı koparan şarkı) ve taze gelen "born to day" (videosu david lynch filmleri gibi) olağan üstü iki şarkı.. 2011 nasıl adele yılı olduysa 2012'de de bu hanım kızımızı konuşacağız.

-bir diğeri de selah sue. kendisini yakın zamana kadar tanımaz bilmezdim, ilk ayşe'nin blogu (aysekavas.blogspot.com) vesile oldu tanışmama. daha sonra araştırdım, dinledim. adını taşıyan ilk albümünü henüz bu yıl çıkartmış olan bu 89 doğumlu belçikalı'ya kanım ısındı. amy ekolünden sanki.. "crazy vibes" ve cee lo green'e eşlik ettiği "please" nadide eserler. "ain't no sunshine" yorumunu da bulun, dinleyin.

-şöyle bi baktım da 2011 kadın solist anlamında sağlam mahsul vermiş. ama giderken de en iyisini götürmüş.. amy winehouse'un gidişi 2011'in en büyük kaybı. "back to black" dünya durdukça dinlenecek bir albüm, ölümü sonrasında yayınlanan ve tony bennett ile düeti "body and soul"u da içeren son albümü "lioness:hidden treasures" da müteveffayı anmamıza vesile..

-lou reed ile metallica'nın birlikte bir albüm hazırladığını duyan her fani "aha, nasıl olacak bakalım?" diye bi heyecan duyar.. çünkü isimler boru değil, müzikleri arasında ise alaka yok, nasıl olacak diye bekledi herkes. ve sorunun cevabı bir süre önce belli oldu; tam bir ucube! "lulu" isimli albüm hakkında daha insaflı bir yorum yapmaya çalışıyorum ama olmuyor. hakikaten lou reed'in yaşlılığı, lars ulrich'in de para gözlüğü çekilmiyormuş!  allah'tan o kadar dalga geçildi ki bu albümle, bi yenisini yapmaya cesaret edemezler.

-bu yıl yayınlanan cameron crowe'un "pearl jam twenty" belgeselini son derece hissi duygularla izledim.. 90'lar seattle, grunge, pearl jam, eddie, nirvana, cobain, chris cornell, neil young, vs. hepsine dokunulmuş. vedder ile cobain'i sarmaş dolaş izlerken "vay be" dedim. adeta bir dönem tasviri. daha erken doğsaydım gençliğimi 80'lerde manchester'de, 90'larda seattle'da geçirmek isterdim. bu dileğimin 90'lar kısmının nedenini bu nadide döküman veriyor. izleyin, izlettirin!

-peki elin ecnebilerinde böyleyken, bizim diyarda neler oldu 2011'de, onu da bi sonraki yazıda yazayım, zira karnım acıktı, bi de "mahmut tuncer şov" başlıyor, ben kaçar panpalar..

5 Kasım 2011 Cumartesi

subtitles - 6

"...trene bindik. vapur gibi hayatımda ilk defa trene biniyordum. bekçi amcanın kız kardeşinin evine geldik. üç katlı bir evin en üst katındaydı ev. 'bağır bağırabildiğin kadar, kimse seni duymaz' dedi, kız kardeş...'aptal be bu!' dedi benim için. 'sadece çocuk' dedi bekçi amca. 'ne olur canımı yakmayın' dedim ben de. 'kimi amcalar, ağabeyler senin gibi küçük kızları çok seviyorlar. kimi zaman severken onları, canlarını yakıyorlar. kötülükten değil yani.'


'allah bizi korur.' din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimiz böyle söylerdi. allah'ın gönderdiği kitapların böyle yazdığını anlatırdı. tren geçtikçe titreyen o evde allah beni korumadı. bağırdım. kimse duymadı..."

(kirpiklerimin gölgesi, şebnem işigüzel, 2010)



genç düveler rahatsız!

öncelikle bkz. düve: "boğaya gelmemiş 2 yaşında dişi sığır" (tdk türkçe sözlük)

yıllık olağan "otoyolda boğa kovalama" dönemi açılmıştır, hayırlı olsun. yarın gene bol bol izleriz haberlerde. bunun benzerini ispanya'da pamplona'da yapıyorlar her sene ama orada boğalar insanları kovalıyorlar. ispanyollar boğa güreşlerinde uyguladıkları vahşetten ötürü boğalara yılın bir günü küçük bir rövanş imkanı olarak düşünmüş olsa gerek bunu, aklıma başka mantıklı bir izahı gelmedi!

zaten büyükbaş bir hayvan isen doğmaman gereken iki ülkeden biri  ispanya ise diğeri de türkiye'dir. eğer ki bu hayvanların kendi aralarında dergi falan çıkarabildiği sosyal bir iletişim ortamları olabilseydi seyahat ve gezi dergilerinin hiçbir bayram özel sayısında; "üç tarafı denizden bir cennet; türkiye!" konulu bir kapak göremeyeceğimize eminim! ya da mesela ileride başka bir dünyada, boğalar sürüler halinde ispanya'daki arenaları, bugün insanların auschwitz'i ziyaret ettikleri gibi acılarla yüzleşmek için gezebilir miydi? sanmam, ama "boğalar gezegeni" diye bir film çevrilir de "helena bonham carter" cv'sine maymun rolünden sonra düve rolünü de eklerse, en azından bu konularda bir fikir edinebiliriz.

riyakar davranmayacağım, et yerim ve bunu da severek yaparım. vejeteryanları ve hatta veganları anlayabiliyorum ve çok büyük saygı duyuyorum. hatta bazen gaza gelip "aslında olması gereken bu" diye de düşündüğüm olmuyor değil ama tam o anda aklıma şöyle yoğurtlu bir beyti sarma düşmesi tüm bu düşüncelerimin sonu oluyor!

ama et yemeyi seviyor olmamız, mübarek olduğu bildirilmiş olan bugünlerde bu hayvanların bu kadar vahşete varan şekil ve usullerde katlini de uygun bulmamızı gerektirmiyor. "helal kesim" denilen şeyin, hayvanın kanının yaşarken akıtılması" olduğunu biliyoruz, yani canlı canlı boğazının kesilmesinin dinen caiz olduğunu! bunun için birşey söylemeyeceğim çünkü işin içine inançlar, inanışlar da giriyor. uygulamanın, hayvan öldükten sonra kesilirse vücudunda kalacak kanın etin tadını bozması ve bunun da dinen uygun olmadığı esasına dayandığını da biliyorum. peki tüm bunlar, yerde debelene debelene boğazlanan bu hayvanlara uygulanan şeyin adını değiştiriyor mu?

ayrıca sevaptır diye her bayram kesilen bu hayvanlardan çıkan et, yenilmeyecek kadar, hatta konu komşuya bile dağıtılmayacak kadar çok olduğundan derin dondurucularda bir kaç hafta hatta ay istifleniyor. yenilmeyecek kadar çok et için hayvanların acı çektire çektire boğazlandığı günün bir bayram olarak kutlanması garip değil mi? sevap kazanmak ise, eminim 2 çocuğu giydirerek ve ceplerine harçlık koyarak da bunu yapabilirsiniz.

yoksa büyükbaşların avukatlığına (bull's advocate, bruno pacino) soyunmuş falan değilim, onlarla empati kurun falan da demiyorum, hindistan'daki kadar sosyal (ve hatta siyasi) haklar kazanmaları için çaba sarf ediyor da değilim. zaten yıllardır manasız boş boş bakışlarından ve saflıklarından ötürü "sığır gibi olmak", "öküzün trene bakması gibi bakmak" gibi betimlemelerde kullandık bu tosunları, bari acı çektirmeyelim. yoksa konu boş boş sığır gibi bakmak ise; bir saat boyunca aralıksız coldplay dinleyin, siz de aynı kıvama gelirsiniz!

herkese iyi bayramlar!

20 Ekim 2011 Perşembe

2006, muse, kader..

yıllar insanda hatırlattığı şeylerle iz bırakır. gittiği yerler, izlediği filmler, konserler, birlikte olduğu insanlar.. derinlemesine düşünsem başka şeyler de hatırlarım tabi ama 2006 yılı deyince hemen hatırladığım bir film ve bir konser var. biri istanbul'daki muse konseri.. dahi çocuk matt bellamy ve saz arkadaşlarının müziğinin en başından beri meftunuyum. ilk albümleri showbiz'de "radiohead özentisi tıfıl çocuklar" olarak yaftalanan grup  ikinci albümü (ve bana göre gelmiş geçmiş en iyi albümlerden) origin of symmetry ile ne derece mükemmel, yenilikçi ve kendine özgü bir grup olduğunu gösterdi ve çıtayı da bir daha hiç düşürmedi. 2006 rock'n coke konserlerinde, öncesinde gün boyu mercury rev, gogol bordello ve kasabian konserleriyle iyice gazlanmış olan onbinleri kelimenin tam anlamıyla uçurdular! insanoğlu nankör tabi, konseri kısa tuttukları ve muscle museum çalmadıkları için sövenler de olmadı değil ama herkes sonuçta mutlu ve mesuttu. şu gerçek ki muse bir konser grubu, yıllandıkça güzelleşiyorlar sahnede. hannibal lecter vejeteryan olur ama bu adamlar kötü albüm yapmaz! gene gelseler de gitsek!

yine aynı yıl bir film çevrildi; "kader". zeki demirkubuz'un sevdiğim filmleri de vardır, ısınamadıklarım da. "masumiyet" bir klasiktir. gelmiş geçmiş en büyük türk filmlerinden biri olduğunda çok kişi hemfikir. izleyenler bilirler, filmde haluk bilginer'in bir tiradı vardır, aşağıda linkini de verdim. bu sahnede haluk bilginer'in karakteri bekir, derya alabora'nın karakteri uğur'la olan geçmişlerini anlatmaktadır. işte 2006 yapımı "kader" filmi, senaryosunu tam da bu birkaç dakikalık "masumiyet" tiradı üzerine kurar ve karakterlerin hikayesinin geçmişine döner. yani masumiyet'in geçmişini anlatır. kader, çevrildiği yıl antalya film festivali'nde de en iyi film ödülünü de hakkıyla almıştı. hem masumiyet, hem kader demirkubuz külliyatının (!) zirve noktalarıdır.  işte masumiyet'teki olağanüstü sahne, izlememiş olanlar oyunculuk dersi olarak bir göz atsın derim. (veya doktor kutsi'yi izlemeye devam edin, seçim sizin!)

http://www.dailymotion.com/video/xk2y6n_masumiyet-haluk-bilginer-yol-belli-ey-bayyny-usul-usul-yuru-yimdi_shortfilms

13 Ekim 2011 Perşembe

subtitles - 5

natalie  : what's the last thing that you do remember?
leonard : my wife...
natalie  : that's sweet
leonard : ...dying
...


(memento, christopher nolan, 2000)

11 Eylül 2011 Pazar

sanal alem ve onun sahte yüzleri

sanal alem özellikle de facebook, twitter gibi ortamlar, aslında çevremizdeki insanları tanımamız için de bir araç olabiliyor artık. çok kafa, hoş sohbet olarak tanıdığınız birisinin içinde aslında azılı bir faşist yattığını anlayabiliyorsunuz mesela! güzel bulduğunuz bir kadının, erkeklerden hoşlanmayıp hemcinsleriyle ilgilendiğini fark edip üzüleb.., öhöm, neyse bunun yeri değil!

ya da örneğin aslında zevklerinizin genelde uyuştuğunu düşündüğünüz bir arkadaşınızın saçma sapan müzikal tercihleri olduğunu öğrenebiliyorsunuz! mesela düşününce, çevrenizde ferhat göçer'i beğenerek dinleyen birileri olduğunu bilmek çok tuhaf! insan kendine bunu neden yapar ki? şahsen "yolculuk boyunca susmayan bebek" ağlamasını tercih ederim! zevkler renkler olayı diyeceğim ama değil bence! zevkine sıçayım ayrıca, ferhat göçer ne lan?! kendi sünnet düğününde sahnede ibo'nun mavi mavi şarkısını söylemiş birisi olarak kendi zevklerimin ne derece sofistike olduğunun tartışmasına girmeyeceğim! (neticede 8 yaşımın haleti ruhiyesiyle, kafamda fes, önümde "maşallah" yazılı kuşak, pelerinli küçük mahmut tuncer tipimle bülent ortaçgil okuyacak değildim! dahası eğer apar topar sahneden indirilmeseydim, programıma (!) yıldırım gürses'ten eller eller şarkısı ile devam edecektim, tanrı korumuş!) neyse..

geyik bi yana, facebook olsun, twitter olsun aslında bir sosyal ayna görevi de görüyorlar. anlı şanlı köşe yazarlarının bir çoğunun aslında ne kadar cahil ve kompleksli insanlar olduğunu daha iyi görebiliyoruz bu sayede! gazetelerin internet sayfalarına girip herhangi bir haberle ilgili okur yorumlarını okumak bile nefesimin daralmasına yetiyor, herkes tahammülsüz, peşin hükümlü, herkes her konuda ne yapılması gerektiğinden kendince emin, üzerinde konuşulmasını bile gereksiz buluyor. insanlarda çözüm bulmaktan çok, haklı çıkma isteği, ayar verme duygusu, toplumsal bir cinnet hali!

geleceğim yer şu; hani sanal alem birleştirici bir şeydi? hani sosyal medya insanların farklılıkları anlamasına, tanımasına, diyalog kurmasına öyle ya da böyle katkı sunacaktı? bu twitter görgüsüzleri, facebook şahinleri, sanal alem kafatasçıları adeta sidik yarışına çevirdikleri bu mecralarda at koşturmanın tadını aldılar artık! ve ne yazık ki "türkiye bu tadı seviyor!"

28 Ağustos 2011 Pazar

subtitles - 4

"..planı olan bir adam gibi mi duruyorum? benim ne olduğumu biliyor musun, ben arabaları kovalayan köpek gibiyim! onları yakalasam bile ne yapacağımı bilemem.. anlarsın ya, ben sadece yaparım!.. ”  -joker..


(the dark knight, christopher nolan, 2008)

27 Ağustos 2011 Cumartesi

adını peggy koydum!

sürünerek tıslamadıkları ve kalın kıllı bacakları olmadığı sürece hayvanları severim. kalın kıllı bacaklardan kastım şahin k. değil, tarantula diye tabir edilen büyük örümcekler. şükür daha karşılaşmadım, allah da göstermesin, oyuncağıyla bile şakasını yapan arkadaşıma girişmişliğim var! neyse, anakrafobik muhabbetleri bir yana bırakalım.


adına "öğrenci evi" denilen sosyal mezbelede yaşadığım üniversite yıllarım boyunca birkaç kez hayvan bakma tecrübemiz oldu. henüz gözleri açılmamış halde iken anneleri ölen birkaç günlük kedi yavrularını yaşatma çabamızın olumlu sonuç vermemesi hala içimde yaradır. (hakikaten cebimizde kira parası yokken veterinerlere mi götürmedik, biberonla süt mü içirmedik, ama anne sütü alamadıkları için iki yavruyu birer hafta arayla kaybettik! rest in peace, alfa ve beta!)


bir sonraki misafirimiz dişi tüylü bir hemstır oldu. (hamster yazmayı sevmiyorum, bira markası gibi duruyor, hemstır iyidir) ev arkadaşım ulaş almış gelmiş bi yerden, içinde oyuncakları olan akvaryumvari kafesi ile birlikte. "zannedersem tek eksiğimiz hemstırdı hafız" diye düşündüm başta, ama allahtan zahmeti olan bi hayvan değil. kahverengi tüyleri o kadar kabarıktı ki, aynı "married with children"daki al bundy'nin permalı saçlı karısı peggy'i andırıyordu. bu yüzden ulaş'ın önerisiyle, adını (feriha değil) peggy koyduk.  


hayatımda bu kadar sersem hayvan görmedim, ver önüne dönen bir alet, bütün gün içinde koşa koşa döndürsün! ara sıra evin içinde dolaşmasına izin veriyoruz, zaten bi süre sonra komando gibi tırmanarak kafesten kaçmayı da öğrendi. koltukların, yatakların, tahtadan yapılmış olan her ne varsa tamamının dibini kemire kemire açıp, evi "kazı çalışması yapılan caddeye" çevirdi! ama diğer yandan bu kadar da tatlı bir şey olamaz. ver eline bi fıstık, geç karşısına, sanki elinden alacaklarmış gibi iki eliyle sıkı sıkı tutarak bıyıklarını oynata oynata yemesini seyret.


neyse peggy ile ev arkadaşlığımız kah sakin kah kavgalı (kiraya karışmazdı, ayriyeten bi kere bile bulaşıkları yıkadığını görmedim!) süredursun, kendisinin çiftleşme mevsimi de gelmiş, helal süt emmiş, kendi işinin, kafesinin ve oyuncaklarının sahibi olan bir erkek hemstırı peggy'e eş olarak aranmaya başlamıştık.



mutlu haber bir ilkbahar gecesi geldi. ev arkadaşlarım ulaş ve tamer (ikisi de denizcilik işletmeleri yönetiminde okuyordu, hatta daha sonra aynı bölümden emine de ev arkadaşımız oldu, demem o ki bu bölümü okuyanlar eşeysiz ürüyorlar sanırım, birken iki, ikiyken üç oluyorlar ve siz duruma uyandığınızda evde kabotaj bayramı kutlamaları yapılıyor oluyor!) okuldan arkadaşları ile bir ödevi yetiştirmek için grup çalışması halindeler, evde belki 15 kişi, gelen tabi birasıyla falan geliyor, ben de ortama uyup hem onlarla takılıyor, hem de ödev yapan bu kalabalığa içki, çerez, meyve servisi yapıyorum. (lan, böyle söyleyince de konsomatris gibi oldu!!)


neyse telefon geldi ulaş'a. bir arkadaşı, "yanımda şu an erkek bir hemstır var ve 5 dakika sonra sendeyim" demiş. hakikaten 5 dakika sonra da geldi, yanında müstakbel damat adayı ile. o saate kadar ödev için çalışmaktan kafası dönmüş bir sürü insan için de temaşa başladı. erkek hemstırı (ki peggy'nin kocasının adı olsa olsa "al" bundy olurdu, öyle de oldu) "oğlan bizim kız bizim" tadında, neredeyse sırtına vura vura kafese peggy'nin yanına bıraktık ve kafesin karşısında yerimizi aldık. aklımızca ikisi de çiftleşme dönemi içinde olan elemanların hemen birbirlerine yumulacağını umuyor ve bu hemstır pornosunu kaçırmak istemiyoruz! acınası patolojik halimizin iyice anlaşılması için tekrarlayayım, fotoğraf karesi gibi gözünüzün önüne getirin; kafeste bulunan hemstırlara, "belki çiftleşirler" diye ellerinde biralarla gözlerini dikip bakan bir oda dolusu vandal!!  (tamam kulağa öküzce geliyor ama n'apayım yalan mı söyleyeyim, yaşandı bunlar!)


neyse bizim hemstır couple bi baktılar, karşılarında bir sürü insan, korktular tabi. gaza getirmeye çalışıcı tezahüratlar da kar etmedi, "grey's anatomy" çakması "doktorlar" dizisindeki dr.kutsi'nin bakışları gibi boş boş bize baktılar ve hiçbir şey yapmadılar, millet de sıkıldı ve ödevine döndü. anladık ki "öyle herkes seyrederken" hemstırlar bile utanıyormuş! bi de insanoğlu hakikaten çok salak, hemstırı çiftleşirken görsen ne olacak?


her şeye rağmen güzel zamanlardı.. üzerinden tam 10 yıl geçmiş.. damat hemstır "al", bir süre sonra sahibine döndü, "peggy"i de bir yıl kadar sonra kaybettik! okullar bitti, herkes bi yerlere dağıldı, "ulaş" new york'ta, "tamer" istanbul'da, "emine" ingiltere'de şimdi. grey's anatomy bitti ama boş bakışlı "kutsi"nin oynadığı çakması hala sabah akşam yayında, "şahin k."dan ise haberim yok!

19 Ağustos 2011 Cuma

george "best"

"...1969 yılında alkolü ve kadınları bıraktım. hayatımın en kötü 20 dakikasıydı..."
"...bazı şeyleri çok özlüyorum. mesela kanada güzeli, ingiltere güzeli, dünya güzeli.." 
"...hatunlara, kumara, hızlı arabalara çok para harcadım. gerisini ise sadece çarçur ettim.."

(george best, 1946-2005)

 ingilizlerin unutulmaz oyuncusu (ki aslen kuzey irlanda'lıdır) george best'ten inciler okudunuz. hakkında "pele good, maradona better, george best" şeklinde şukela cümleler kurulan müstesna bir şahsiyetten bahsediyoruz.

özellikle united yılları kariyerinin zirve kısmını teşkil ettiğinden, manchester civarında "mesih" gibi saygı görür. (bobby charlton ve eric cantona ile birlikte kırmızı şeytanların taptığı 3 efsanevi oyuncudan biridir) çıplak gözle canlı seyretmeye yetişemedik, ama tüm dünya onun hem olağanüstü bir oyuncu, hem de özel yaşamı en renkli ve sansasyonel futbolcu olduğuna hemfikir. ada'da o kadar sevilir ki, ölümünden sonra belfast'taki uluslararası havaalanına" george best havaalanı" ismi verilmiştir.

kaybedenler kulübü filminde geçen bir replik güzeldir;

"GEORGE BEST'İ SEVMEYENLERİ KINIYORUZ!"

18 Ağustos 2011 Perşembe

belediye'den onaylı sokak müzisyeni!

beyoğlu belediyesi sokak müzisyenlerine yasak getiriyor. örneğin istiklal'de gitar çalmak isteyen biri, gidecek efendi gibi belediye'den onay belgesini alacak. "belediye'den onaylı sokak çalgıcısı!" çok afili oldu hakikaten!


"şikayet var" gibi bahaneler inandırıcı değil. bahsettiğimiz yer sultanbeyli değil, beyoğlu, istanbul'un turistik ve kültürel yüzü, en kalabalık, en eğlenceli yeri, adeta şehrin atan nabzı. hem allah aşkına, hangi normal insan, üç adım uzaklaştığında zaten sesini duyamayacağı sokak müzisyenlerinden, hem de şehrin en canlı ve işlek yaya caddesinde rahatsız olur ki? nasıl bir kafadır bu? 

durumun abukluğu sosyal medyada eleştiri konusu olunca beyoğlu belediye başkanı ahmet misbah demircan twitter'da açıklama yapma gereği duymuş. ama ne açıklama! öncelikle neredeyse memlekete sokak müzisyenliği kavramını seneler önce kendisinin getirdiği iddiasıyla (!) başlamış, neymiş, beş sene kadar önce kendilerinin izni ve teşvikiyle bu müzisyenler ortaya çıkmış. kendimi bildim bileli beyoğlu'nda, istiklal'de müzik yapan insanların olduğunu bilmesem diyeceğim ki; "vaay be, belediye başkanı değil, genç yeteneklerin elinden tutan bir müzik yapımcısı, beyoğlu'nun ahmet ertegün'ü!". sadece fatih akın'ın "crossing the bridge" filmini izleyenler bile başkanın bu iddiasının ne derece hayal ürünü olduğunu bilir. 

ancak en müthiş açıklamayı sona saklamış demircan; "MÜDAHALE YERİNDE VE ZAMANINDA OLMAZSA AKLINA GELEN ORKESTRA KURAR!" haklı adam! aklına gelen orkestra kurarsa ne olacak bu memleketin hali, nasıl sağlanacak düzen, intizam? bu toprakları dedelerimiz, gençler üzerinde şarkı söyleyip tepinsinler diye kurtarmadı düşmandan! bu memleketin üç-beş çapulcu gitariste, eli bagetli hain davulcuya verilecek bir karış toprağı yok!

o değil de ben belediye'nin sokak müzisyenlerine vereceği onay belgesi için isteyeceği belge ve arayacağı kıstasları da merak ettim şimdi. sabıka kaydı, ikametgah, sağlık raporu allah'ın emri vardır, bunlar olmadan marketten süt bile alamıyorsunuz bu ülkede! birisi onay belgesinin üzerine yapıştırmak için, rötuşsuz 2 adet vesikalık fotoğraf ve müzik aletinin üzerine vurulacak "görülmüştür" ibaresi için damga vergisi gibi fikirler geliyor aklıma ilk etapta.

aynı belediye'nin birkaç hafta önce asmalımescit'teki tüm mekanların dışarıdaki masalarını toplattığını da düşünürseniz, bir sonraki aşama istiklal'in taksim girişine ve sonundaki tünel tarafına iki adet kontrol noktası konulup insanlara alkol denetimi, saç-tırnak kontrolü yapmak olacak herhalde! ne güzel hakikaten; çeliktepe motor meslek lisesi müdürü olamayacak adamlar koskoca kentleri yönetiyor!

15 Ağustos 2011 Pazartesi

aylin aslım ve tekila!

insanın sevdiği, izlediği veya hayranlık duyduğu birisi karşısında yamulması çok can sıkıcı bir şey. doğal olarak daha çok gençlikte başa gelir. (hele ki "fanı olduğun sanatçı" ile tanışma anında saçmalayıp sıvamak kadar utanç veren şey yoktur!) 

seneler önceydi.. güzel bir ilkbahar gecesi.. dur ya böyle başlayınca samanyolu tv'deki "nur dünyası" dizisi girişi gibi oldu! (evet, rastlarsam kaçırmadan izliyorum) :)
neyse işte 5-6 sene kadar önce önce, bornova'da bi mekanda aylin aslım konserine gitmiştik. aylin aslım demişken bir parantez açmak gerekirse; kendisini ve müziğini ilk albümünden beri severim. bence evladiyelik olan ilk albümü "gelgit"te (ki diskografisindeki ev sevdiğim şarkı olan "bir gün" bu albümdedir, ahanda linkini de vereyim tam olsun; http://fizy.com/#s/1ai9ay) daha elektronik sulardayken, sonra tekrar -bir anlamda- kendi mecrasına dönüp daha sert soundlu albümler yayınladı. son albümü "canını seven kaçsın" ise -albümün geneli itibariyle- en sert ve cayır cayır albümü. 
 

kendisini herhalde 4-5 kez de sahnede izlemişimdir. her neyse bahse konu edeceğim konseri farklı kılacak olan şey ise, o konserde arzu diye bir arkadaşım da bizimleydi ve kendisi aynı zamanda aylin aslım'ın arkadaşı olduğundan konser sonrası beni tanıştıracağına söz vermişti. heyecanlıyım tabii, benim yaş 24-25 gibi olmalı o zamanlar ve tanıştığım ünlü sanatçılar başlıklı cv'mde "eskişehirli tatar prensimiz" mithat körler'den başka insan yok! aylin aslım'la tanışacak olmamın o zaman için önemini kavrayın!

ama önce sen bi önemini kavra da, insan ol, konser boyunca fazla içme di mi? yok, ben konserin ikinci yarısı ile birlikte seri tekila shot'lara başladım. aylin ve tayfası sahneyi cayır cayır yakarken, biz de kendimizi alkolle söndürüyoruz. o geceden içkiye dair hatırladığım son enstantene şu; tüm nakiti likite çevirdiğimizden, kankam halil ile birlikte barmene kredi kartından çektirerek shot'lara devam etmeye çalışıyoruz. hakikaten bravo!

tabi bizim ağzımız yüzümüz yamuldu, sarhoş insan kahrı çekmek zor iştir. çok yakınlarım olmadığı sürece ben bile nefret ederim. buna mukabil o gece halil'le adeta "ateşle yaklaşmayınız" ibaresiyle dolanıyoruz. 

neyse konser bitti, arzu beni kulise aylin aslım ile tanışmaya götürdü ama öyle bir haldeyim ki, bana; "nasa'nın mars'a gönderdiği keşif aracı opportunity arızalandı, git bi bak bakalım" deseler, alet çantasını alıp gitmeye çalışabilirim, o derece! 

neyse lafı uzatmayacağım, aylin aslım'la konuştuğumu hayal meyal hatırlıyorum ama o kadar. ertesi gün bana anlatılanlara göre; "sen türkiye'nin pj harvey'isin" demişim, hatta durmamış (duramamış!) "niye pj'den şarkı söylemiyorsun?" diye sormuşum! (sana ne!).  o da "ben de severim pj harvey'i, neden olmasın, söylerim belki" falan diyerek cevap vermiş. şimdi normal insanlar bu diyaloğu burada kapatır, bir iki güzel şey daha söyleyip sanatçıyı yalnız bırakırlar, ama sarhoşlar ve çocuklar normal değildir, ben de değildim o gece, saçmalamaya tam gaz devam ederek; "SÖZ MÜ? SÖZ VER! SÖYLEYECEK MİSİN, BAK 'GOOD FORTUNE' OLUR, 'A PLACE CALLED HOME OLUR', N'OLUR SÖYLE KONSERLERDE" diye yalvarmışım gerzek gibi! (hatırladıkça utanırım, sana ne lan embesil, mecbur mu hatun sivri zekalının biri istedi diye şarkı coverlamaya?)

allah'tan halden anlayan insanmış da bozmamış beni, ben olsam "gece gece sayıyla mı verdiler sizi bana" diye girişirdim! sanatçı duyarlılığı böyle birşey sanırım. arkadaşlar da çaktırmadan izin isteyip uzaklaştırmışlar beni ortamdan :) neyse işte böyle de bi anımdır, kendisini hala severim, dinlerim, izmir'de konserini yakaladım mı kaçırmam. 

bu saçma olayı anlatıp kendimi burada tekrar rezil etmemin sebebi ise; kendisinin rastladığım bir ropörtajını haber vermek. bilirsiniz bizde sanatçı takımı politik olaylara yorum yapmaktan kaçınırlar, yapacak olsalar da yaptıkları yorumlar "memleketim de memleketim" tarzı demagojik ve popülist saçmalıklardan ibaret olur. aşağıdaki ropörtaj, aylin aslım'ın bu anlamda da farklı birisi olduğunun göstergesi. kendisi bir yerlere yaranmaya çalışanlardan değil, gereken her mecraya karşı lafını sakınmayan bir aktivist. işte onu biraz da bu yüzden çok seviyoruz.. buyrun ropörtaj aşağıda;


yazının ana fikri; "tekilayı ağzınızla için!"

14 Ağustos 2011 Pazar

selanik izlenimleri - 2

selanik'teki 1 haftamızın önemli bölümü otelde geçti. atina palace hotel, lokasyonu bakımından normal zamanda turist olarak selanik'e gitseniz kalmak isteyeceğiniz bir otel değil. zira şehre uzak, allah'a ve havaalanına yakın! zaten o yüzden genelde müşteri profili; havaalanını transit kullanan yolcular, kamp yapan futbol takımları (ki biz oradayken bir rum takımı da konakladı) ve yine bizimki gibi düzenlenen eğitimlere gelenler. 


bir tam free day dışında her gün çeşit çeşit training'lerden geçtik. o nedenle öncelikle otelden başlamak gerekirse boş saatlerimizi ve akşamlarımızı genelde havuz mahallinde pinekleyerek ve yüzerek geçirdik. intercultural night oldu bir gece, türk ekibi olarak götürdüğümüz meyve şarapları büyük rağbet görürken, rakıya pek sulanan olmadı. her ülkenin standından (shot bab'ında) bir şeyler tatmak bizi zaten belli bir güzellikte kafaya ulaştırmıştı ki, eğitime ev sahipliği yapan united societies of balkans'ın başkanı aris'in parlak fikriyle o saatte havuz başında bir güzellik yarışması bile düzenlendi. kadınlarda milli gururumuz özge'nin ikinciliği elde ettiği yarışmanın erkekler kategorisinde klasik avrupa'lı ayak oyunları yine baş gösterdi ve eurovision'vari bir haksızlık sonucu (iskandinavlar, şey pardon balkanlar hep birbirine oy verdi kardeşim!!)  seko ve ben ilk üçe giremedik! (non official insider information from bülent özveren : ben kıl payı dördüncü olmuşum, valla bak!) :)) ehehehe, neyse..


selanik ise canlı ve güzel bir şehir. içinde hiçbir hareket olmayan durmuş metro inşaasına kadar izmir'in kopyası adeta. kordon'sa kordon. saat kulesine karşılık beyaz kule. kamara denilen şehir merkezinden denize inen sokaklar alsancak'vari. yani izmir ve selanik halklarını yer değiştir, kimse yerini yadırgamaz! bunun yanında selanik izmir'e göre çok daha az nüfuslu, günlük yaşamı daha sakin, amma velakin gece hayatı daha sağlam bir şehir. yunanistan batıyor ama esnafın umurunda değil, öğlen 3 olunca "bugünlük bu kadar yeter" deyip kapatıyor adam. yunanistan'da kriz değil miskinlik var, tam bana göre yani! 


bir de bizden farklı olarak tarihi eserlerine ve mimarilerine saygılılar. makedon evleri dedikleri, bizdeki cumbalı konak tarzı evlerle dolu şehir, metro inşaatlarında bile tarih fışkırıyor. bir de kiliseler tabii ki. irili ufaklı çok sayıda kilise var ve gönüllü rehberimiz kristina sağolsun hemen hepsini gezdirdi bize. 


Atatürk'ün doğduğu evi de ziyaret ettik tabii ki. türkiye başkonsolosluğu'nun da yanı başına inşa edildiği 3 katlı klasik makedon evlerinden biri, yunanlılar kemal's house olarak biliyorlar. (biliyorum böyle söyleyince olympos'ta bungalov camping ismi gibi duruyor ama adamlar böyle biliyor, ne yapalım!) bir de günün sonunda selanik'e tepeden bakan kaleye çıkarttılar bizi. o kadar yürüdük ki kaleye çıkana kadar aramızda kaybolanlar oldu, misal romen kafilesini yitirdik orada, tanrı onları korusun! ama yukarıya vardığımızda manzara olağanüstüydü. o yüzden gidenler bir şekilde (yürüyerek ya da otobüsle) kaleye çıkmadan dönmesin! 


bir de bir akşam hepimizi "önyargıları kırmak" bab'ında gay bar'a götürdüler. şahsen homofobik bir insan değilim, her türlü tercihe büyük saygım vardır ve bu konularda kırılacak bir ön yargım da yoktur ama, sonuç olarak daha önce böyle bir yere gitmemiştim. gözlem ve istişarelerimiz neticesinde şunu söyleyebilirim ki, selanik de amma çok gay varmış! başta onları kendi mekanlarında rahatsız etmişiz gibi bir süre ters ters baktılar bize ama sonra alıştılar. 


otelde son gecemiz (biz bir gün önce kaçtık, eğitimin son gününe kalamadık) önce hafta boyunca yapılan faaliyetler ve çekilen videoları izlemekle, devamında da havuz başında yayılmakla geçti. sabaha karşı 4 gibi ortak bir gaza gelme sonucu havuzu son kez şereflendirdik ve bu nedenle dönüş için istanbul uçağına bindiğimizde mayom henüz kurumamıştı!


sonuç olarak selanik gidilesi, görülesi, hatta yaşanası bir şehir. sonuçta bizler için de tarihi öneme sahip bir yer, 20 yıl arayla iki büyük insanın, önce mustafa kemal'in sonra da nazım hikmet'in doğumuna ev sahipliği yapmış bir şehirden söz ediyoruz.. kesinlikle tekrar görüşeceğiz selanik!

11 Ağustos 2011 Perşembe

selanik izlenimleri - 1

bir eğitim vesilesiyle selanik'te bulunduk 1 hafta, serkan, sezen ve özge ile birlikte. "ben bu olaylardan pek anlamam, ne eğitimi?" misali yeni gelin triplerim, seko'nun "yahu biz biliyoruz da mı oynuyoruz?" şeklindeki damat tarafı ataklarıyla bertaraf edilince boyun eğdim. sonuçta en azından ilk defa böyle bir eğitim deneyimi yaşamış olurum, hiçbir faydası olmasa bile fedon gibi yanık tenli ve rum aksanlı olarak dönerim diye kabul ettim.


yunan konsolosluğuna schengen için bir araba belge temin edip (hakikaten bir annemizin nikahını istemediler sağolsunlar!) vizeyi hallettikten sonra geçtiğimiz hafta pazartesi izmir'den atina'ya yollandık. aslında ilk plan, çeşme'den sakız adası'na gitmek, oradan da atina üzerinden selanik'e geçmekti ama fazlaca yorucu olacağını düşünerek bir günlük atina gezisini pre-training öncesi yeterli gördük.


atina'ya iner inmez yolculuğun tek tatsız hadisesi nedeniyle bir süre karakol-büyükelçilik nezdinde adli girişimlerde bulunmak zorunda kaldık. sadece şu kadarını söyleyeyim; metrolarda çantanıza cüzdanınıza sahip çıkın! 


sonrasında "kaderden kaçılmaz, şemsiye açılmaz" diyerek zevk almaya karar verdik! atina tipik bir başkent. ankara'nın güneşli ve sıcak halini düşün, öyle. bir ara kızılay'a, tunalı hilmi'ye çıkan sokaklarda olduğumuzu düşündüm. ama her köşede polis, barikat tarzı polis arabaları, vs. vardı. ekonomik kriz nedenli gösteriler dolayısıyla etraf aynasızlardan geçilmiyordu! (bilirsin dostum, kahrolası federaller!) 


neyse atina'yı yiyip bitirdikten sonra aynı gece trenle selanik'e geçiyoruz. tam 6,5 saat boyunca süren azabım başlıyor. grubun tek uyuyamayan üyesi olarak, kompartımandaki tüm kavga dövüşlere birebir şahit oluyorum. yunanistan'da trene binecek olanlar, şuna dikkat edin; trende ayrıca bir restoran kompartımanı yok! millet birasını içkisini alıp, yanınızda sağınızda solunuzda içip sarhoş olarak yolculuk ediyor. gürültü, patırtı, kavga eşliğinde sabah selanik'e ulaşıyoruz. 


sabah tren garı yakınında kahvaltı ettiğimiz yerin tezgahtarı türk ve eskişehir'li olduğumu öğrenince, es-es sayesinde bahisten para kazandığını söyleyerek kırmızı siyah formaya ve yeşil banknotlara olan gönül bağını dile getiriyor! yükler ağır olduğundan fazla oyalanmadan organizasyonun bizi alacağı selanik havaalanına yollanıyoruz. kütahya şehirlerarası otobüs terminalinden hallice olan selanik havaalanından otelin gönderdiği araca binip otele yollanıyoruz. klasik türk tezcanlılığı, ülke olarak tamamen ulaşan ilk grubuz. otele yerleşiyoruz, gün içinde makedonya, romanya, arnavutluk, sırbistan ve bulgaristan'dan gelen diğer katılımcılar da ulaşıyor. eğitmenler yunanlı. 


işte izmir'den başlayıp atina'da devam eden ve selanik'e ulaşmamızla sonuçlanan ilk tam günümüzün sonu. o gün tanışma ve kaynaşmanın ardından bir hafta sürecek olan eğitim ertesi gün başlıyor. o da bir sonraki yazıda. 


bir sonraki yazıda ; şok şok şok, türkler hangi mekanlarda görüldü? özge gider ayak son akşam nasıl yaralandı? arka odalarda neler oluyor? hangi ülkenin kızları daha güzel? serkan'dan "yeni başlayanlar için yunanca" hepsi ve daha fazlası burada olacak! :)

subtitles - 3

"...sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır; bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır.."  
...
(erken kaybedenler, emrah serbes, 2009)

29 Temmuz 2011 Cuma

tavşan burcu erkeği..

dedemle ilgili aklımda kalan en güzel hikaye şu; daha ufağım, yaşım belki 13-14. izmir'de, dedemlerdeyiz. bir yaz günü, torunlar falan herkes evde. en küçükleri olarak açmışım gazeteyi önüme, önce kendi burcumu, sonra odadaki herkesin burcunu tek tek yüksek sesle okuyorum. sırayla herkesin burcu okunduktan sonra dedem heves edip "hadi benimkini de oku" diyor, "burcun ne senin dede?" diyorum, cevap; "tavşan var mı? tavşanı oku!"


hayatı boyunca izmir'in bir köyünde yaşamış olan dedemin elbette burçlar ve astroloji ile ilgili en ufak bilgisi yok. bırakın burcunu, doğum tarihini bile net olarak bilmiyor. ama yarım saattir okunan bütün burçlar koç, boğa, aslan, yengeç, oğlak, balık olunca, adamcağız da kendi burcu için hayvanlar aleminin bir üyesini seçmesi gerektiğini düşünüp, tercihini kemirgenler familyasının sevimli ferdi tavşandan yana kullanıyor.


dedem rahmetli olalı 12 sene kadar oldu.


bu ne yazısı şimdi diyenlere; zamanında, futbolla ilgilenmediği halde, ailenin tüm erkekleri fanatik beşiktaş'lı iken, en küçük torunu yalnız kalmasın, ezilmesin, kızdırılmasın diye onunla birlikte galatasaray'ı destekleyen bir insana dair güzelleme yazısı. (evet, Es-Es'liyiz ama küçüklükten gelen bir cimbom sevgimiz de yok değil!) o beni aile içinde taraftarlıkta yalnız bırakmadı, o yüzden ben de dedemi astroloji alemlerinde bir başına bırakmam! sapına kadar tipik bir "yengeç" olsam da; yükselenim "TAVŞAN!"

24 Temmuz 2011 Pazar

es es es ki ki ki!..

çocukluk ve ergenliğini eskişehir'de yaşamış olmanın bazı belirtileri vardır. tabi kendi sancılı yıllarım olan 80'ler sonu 90'lar ortası döneminden söz ediyorum.


sümerbank basma fabrikasının o gün ne renk kumaşlar ürettiğini porsuk çayının renginden anlardın, atığını direk oraya verirdi çünkü. bugün herkesin kullandığı "hacım" kalıbı, o yıllarda eskişehir'de kızların dahi birbirlerine hitap şekliydi. ("hocam" ise daha hiyerarşi bildiren, daha okumuş ortamların, mesela ankara gençliğinin ağzından çıkmadır. bunların antep versiyonu da "rafık" imiş, serkan'dan öğrenmiştim)


daha mc. donalds'lar, burger king'ler yokken pino'nun hamburgerini tadan eskişehir ergeni, bunun üzerine bir fast food lezzeti koymaz. eskişehir'de yaşayıp da papağan'da çiğbörek yemeyenin dövüldüğü yıllardan bahsediyoruz. kılıçoğlu sinemasının önünün buluşma mekanı olarak kullanıldığı zamanlardan.. (ki kılıçoğlu'nun şu an yıkılıyor olmasının ortalama bir eskişehir'liye verdiği duygu, ortalama bir new york'lunun -yitip giden canlar anlamında değil elbet, sadece yapı anlamında-  ikiz kulelerin enkazına baktığına hissettiğiyle benzerdir) kızılcıklı'da piyasa yapmayan, istasyon'da içmeyen, sinema kafe'de sürtmeyen, adalar'da kız kavgasından dayak yemeyen adem evladı da yoktur. (bir keresinde ortaokulda -gerçekten de- hiç ilgim ve hissiyatım olmayan bir kız yüzünden, o kıza gönül vermiş bir piç kurusu ve arkadaşı tarafından dövülmüş ve kızdan uzak durmam yönünde uyarılmıştım. gerçek şu ki kız sadece aynı sokaktan komşum olduğu için arkadaşımdı ve benim başka bir arkadaşımla çıkıyordu. birlikte olan onlardı ama dayağı ben yiyordum!)


her zaman olduğu gibi konuyu daldan dala uzatsam da geleceğim yer eskişehirspor, nam-ı diğer Es-Es! işte bu yukarıda saydığım "eskişehirlilik" belirtilerden biri de Es-Es sevgisidir. üstelik bu sevgi, takımın başarısı ile, maç kazanıp kaybetmesi ile, hangi ligde olduğu ile de ilgili değildir! ben kendimi bildim bileli hep alt liglerdeydik biz. 89'da düşmüşüz ilk. o dönemden önceki birinci lig zamanlarını (o zamanlar adı birinci lig idi, süper sıfatı yoktu) hayal meyal hatırlıyorum. şaşalı 70'ler dönemlerini babalarımızdan dinlemiştik tabi.. o şampiyonluklar kovalayan, avrupa'da turlar geçen Es-Es'ten bize kalan alttaki posası olmuştu.


sene 95, lise hazırlık sınıfındaydık ve takım yıllar sonra birinci lige yükselmek için iddialıydı. üç takım; uzan'ların para yağdırdığı istanbulspor, izmir yaşar grubunun desteklediği karşıyaka ve Es-Es, diğerleriyle farkı açıp son haftalara kadar geldiler. ilk ikiye giren direkt olarak birinci lige çıkacak, üçüncü olan ise, alttan gelen başka takımlar ile yeniden turlar oynayarak uzun bir yoldan tekrar birinci lig şansını zorlamak zorunda kalacaktı..
ve bu üç takımın koşturduğu ligde herşey son haftaya kaldı.. karşıyaka'nın çıkmayı garantilediği son haftada Es-Es'imin karşılaşacağı ve yenmek zorunda olduğu takım hangisiydi dersiniz? istanbulspor!


maç eskişehir'deydi, kazanmamız şarttı, kazanırsak çıkıyorduk, beraberlik bile onlara yarıyordu. kazanmak demek eskişehir'i birinci lig'de görmek demekti, Es-Es'i büyük takımların, ünlü futbolcuların karşısında desteklemek, artık statta üçüncü lig maçı değil üç büyüklerle yapılacak maçları izlemek..


tabii ki izdiham oldu o maç. akşam üstü 3'te başlayacak maç için sabah 9'da girdik stada. güneşin altında kavrula kavrula ve mithat körler'in söylediği marşları dinleye dinleye beynimiz döndü. o 6 saatte 2 sene yaşlanmışımdır. ama sonunda nasıl olsa kazanacaktık ve çekilen hiçbir çile umurumuzda değildi!


fazla uzatmayacağım, maç 0-0 bitti! 6 yıl sonra birinci lige çıkma maçını kazanamadık ve istanbulspor çıktı! böyle bir çökmüşlük, böyle bir üzüntü yok! bütün stat, 20 bin kişi, 8 yaşındaki veletlere kadar herkes ağlıyor! şahsen sünnet olmak bile bu kadar acı vermemişti! ve de öfke tabi. bildiğiniz "en büyük taraftar, futbolcular sahtekar" tezahüratları.. o gün stattan çıkarken; "bir daha Es-Es dersem, bir maçını takip edersem allah belamı versin, yoksunuz lan artık benim için, yok Es-Es falan, bitti!!" diye bağırıyordum.


bu büyük yeminimi uzun süre tuttum; 5 gün kadar.. yaklaşık 5 gün sonra play-off yükselme grubu maçlarını radyodan yerimizde duramayarak dinliyorduk, ve de nasıl olduysa allah belamı falan da vermedi! yine uzatmayacağım, Es-Es tek maçta istanbulspor'u yenmesi halinde mayıs sonunda kolayca çıkacağı birinci lige, daha sonra play-off maçlarıyla bir sürü başka takımı daha yenip haziran ayında çıkabildi. her işimiz çileliydi yani! zor olmuştu ama olmuştu!


birinci lige yükseldiğimiz o gün eskişehir'i görmeliydiniz. hayatımda unutamadığım günlerden biridir! herkes sevinçle, araba konvoylarıyla, marşlarla, bu kez mutluluktan ağlıyordu. dost-düşman, tanıyan-tanımayan farketmez! şöyle söyleyeyim, ortaokulda kız meselesi yüzünden beni döven çocuklardan (bkz: yukarıdaki piç kurusu) bahsetmiştim ya, bir ara kendimi onlarla sarmaş dolaş kalabalığın içinde Es-Es-Es-Ki-Ki-Ki çekerken buldum!


işte biz o sene binbir zorlukla, çileyle yükseldiğimiz birinci ligden aynı yılın sonunda tekrar düştük!! bir daha ki çıkışımız için 12 yıl daha beklememiz gerekti, arada 3.ligler gördük, falan filan.. ama ne kadar kızsak da, sövsek de Es-Es'i sevmekten vazgeçemedik. bu yüzden 3.lig'de bile oynasa, 15 bin kişilik taraftarın önüne çıktı kırmızı şimşekler.. 2008'deki birinci lige yükselme final maçında istanbul'a 15 bin kişi aktı bu yüzden..


şimdi, şu günlerde, bambaşka konularla, şike ile teşvik ile ilgili haberlerde geçiyor kulübümün adı.. antrenörünün, oyuncusunun bulaştığı iddia ediliyor.. sözlüde hiç beklemediği yerden soru gelmiş lise öğrencisi gibiyiz, anlamaya çalışıyoruz "n'oluyor ulan?" diye.. kim işin içindeyse, nasıl bir kirliliğe bulandıysa, bunu bu kadar taraftara yaşatmanın ne demek olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktur! bu oyunu niçin sevdiğimiz, niçin hala kırmızı siyah görünce heyecanlandığımızı da idrak edememiştir! bu insanlar bilmez ki, böyle işlerin içinde adımız geçerek burada oynayacağımıza, kendi şerefimizle alt ligde oynayalım ister eskişehirliler. şahsen 32 yaşımın içindeyim, kendimi taraftar olarak bildim bileli eskişehirspor'u en üst ligde izlediğim yıl sayısı, yaşımın 6'da biri kadardır! o yüzden hiç fark etmez, yine alt liglerde oynamak! bu pis ilişkileri, iş adamlarını, siyasi rant bağlantılarını, hep arkamızda bırakacaksak, ayıklayacaksak, tercih bile ederiz hatta.. zira patenti göztepeli'lere ait bir vecizeyi ödünç olarak kullanmak isterim; "ESKİŞEHİRSPOR SOKAK ARASINDA BİLE OYNASA, BİZ KALDIRIMA ÇIKIP ES-ES ÇEKERİZ!"

23 Temmuz 2011 Cumartesi

iki güzide kayıt..

zaman geçmiyor ki, memleket topraklarından yeni güzellikler çıkmasın. son dönemlerde alttan alta büyüyen, konserleri ile hayran sayılarını sürekli arttıran, sosyal ağları ve interneti çok akılcı kullanarak mainstream'in tamamen dışında kendilerine özgü büyük yerler açarak ilerleyen iki güzel grup var;


ilkine hemşehri kontenjanından (viva es es!) öncelik vereceğim; büyük ev ablukada.. ismini turgut uyar'ın şiirinden alan grup, minimal akustik ortamlar için 2 kişi olarak, elektrikli ve janjanlı büyük konser ve festivaller için de tam tekmil kadrosuyla sevenlerine hizmet veriyor! henüz bir albümleri bile yok ama konserleri hep full çekiyor. (gidemediğim için hala yandığım one love festival'de de sağlam performans vermiş ve kitleyi neşeye gark etmişler) aşağıda babylon konserlerinden kısa bir kayıt, grubu daha önce dinlememiş olanlara fikir verecektir;
http://vimeo.com/25608923


bir diğer afili oluşum da, 123. dilara sakpınar, burak ırmak, feryin kaya ve berke can özcan'dan oluşan grup elemanlarını daha önce dandadadan ve tamburada'dan da hatırlıyoruz. son albümleri "arve" sonrası konserleriyle kitlesini büyüten 123, 19 mayıs'ta izmir senfoni orkestrası eşliğinde verdiği konserle bizi mesut etti. grup, bu konserin ilk kaydını internette yayınladı. dikkatle bakarsanız, konserde önde oturan bu kardeşinizin kavun kafasını da seçebilirsiniz belki; :)
http://vimeo.com/26715865


http://www.buyukevablukada.com/    http://www.123theband.com/

best of damar..

bazı şarkılar vardır ki dinlerken nefes alışınız değişir, gözünüz dalar, canınız içmek ister, (benim gibi) normalde kullanmasanız da bir sigara yakasınız gelir. neredeyse göğsünüze bir ayı oturmuş gibi hareketsiz, nefessiz kalırsınız. bu damar şarkılar tabii ki kişiden kişiye değişir. aşağıdaki liste tamamen şahsi bir damar top 10 derlemesi olup, bu şarkıların tümü hayatımın değişik dönemlerine fon müziği olmuştur. bu listenin yerlisini de bir daha ki sefere yapalım. ödül töreni mantığıyla, 10'dan geriye doğru gidersek;


10- metallica - "mama said" : metallica diskografisinde bir kırılma albümü olan "load" için bile ayrıksı bir şarkı bu. tüm metallica şarkıları içinde hala farklı yerini korur. hetfield'in "anne&oğul" temalı sözleri de, country'e yakın müziği de olağanüstü. "i need your arms to welcome me, but a cold stone's all i see" sözü sağlam vurur!
http://www.dailymotion.com/video/x6gr6a_metallica-mama-said_music


9- alice in chains - "would" : solistleri layne staley ölmeden önce grunge'ın en önemli temsilcilerinden olan grubun, belki de en sevilen şarkısı. hem orjinal albüm kaydı, hem de mtv için unplugged yorumladıkları versiyonu güzeldir. (alice in chains, staley'in ölümü sonrasında da yollarına devam ediyor, hatta geçen yaz sonisphere için istanbul'da da çaldılar) çok geç keşfettim alice in chains'i ve bu şarkıyı, kolay kolay da bırakmam! R.I.P. layne!
http://www.dailymotion.com/video/x9fcu6_alice-in-chains-would_music


8- nick cave & pj harvey - "henry lee" : cave'in "murder ballads" albümünden çıkan bir başyapıt. kendisine, o dönemler beraber olduğu polly jean harvey de o melek sesiyle eşlik etmiş ve usul usul akıp giden bu güzel şarkı dökülmüş. ayrıca nick cave'in kylie minogue ile düeti "where the wild roses grow" ile, pj harvey & thom yorke işbirliğinden doğan "this mess we're in" de aslında bu listeyi zorlayan başyapıtlar.
http://www.dailymotion.com/video/xcsrsq_nick-cave-the-bad-seeds-henry-lee_music


7- muse - "muscle museum" : muse'un çok daha güzel şarkıları oldu. ama madem başlığımız "damar", ilk albümleri "showbiz"den çıkan "muscle museum", kitleleri muse ile tanıştırmanın yanı sıra matt bellamy'nin olağan üstü vokali ile de ilgi çekmişti. daha tıfıl bir üniversite öğrencisiyken bu şarkıyı dinleye dinleye helak etmiştim kendimi. 2006'daki rock'n coke konserinde çalmadı alçaklar, muhteşem konserin tek yarası odur bende!
http://www.dailymotion.com/video/x9581_muse-muscle-museum_music


6- placebo - "without you i am nothing" : eskiden, "black market music" zamanlarında çok dinlediğim bir gruptu placebo. yıllar geçtikçe bendeki etkisini yitirdi. ama bu şarkı bir acayiptir. ayrıca şu listede, grubundan canlı canlı dinleyebildiğim tek şarkıdır. (bu da 2006 rock'n coke) brian molko'nun sesinin en acıtan hali.
http://www.dailymotion.com/video/x9vib7_placebo-without-you-i-m-nothing_music


5- nirvana - "where did you sleep last night" : biz faniler arasında "my girl" olarak da bilinen, bir çok kişi ve grubun yorumladığı, ve en nihayetinde nirvana'nın da mtv-unplugged konserinde cover'ladığı bir şarkı. unplugged albümün "the man who sold the world" ile birlikte iki şukela cover'ından biri olan şarkının sonunda kurt cobain'in çatallı sesi ile gırtlağını yırtarcasına söylediği nakarat kısmı, insanın ciğerini keser. benim kesti, oradan biliyorum.
http://www.dailymotion.com/video/x8l1vi_nirvana-where-did-you-sleep-last-ni_music


4- jeff buckley - "hallelujah" : işte cobain ve staley gibi çok erken firar eden biri daha; jeff buckley.. başta yaratıcısı leonard cohen olmak üzere, pek çok kişinin yorumladığı "hallelujah"ı öyle bir söyler ki, sanırız cohen bile hakkını teslim etmiştir. özellikle canlı konser kayıtlarından da dinlemek lazım. şarkının sonlarında vokal, yaralı bir sokak köpeğinin uluması gibi.. enfes..
http://www.dailymotion.com/video/x9ihw2_jeff-buckley-hallelujah_music


3- sia - "breathe me" : bir çokları gibi ben de bu şarkıyı "six feet under"ın finalinde duydum. o enfes dizinin finalinin unutulmaz olmasının bir sebebi de bu şarkıdır. dinler dinlemez şarkıyı indirmiş ve çok uzun süre müptelası olmuştum. uzun yıllar geçti, dizi de, şarkı da bende bıraktığı intibayı halen korur. o nedenle şarkının aşağıda sunduğum orjinal videosu ile yetinmemek, "six feet under"ın final dakikalarını da arada tekrar hatmetmek gerekir.
http://www.dailymotion.com/video/x2v4nb_sia-breathe-me_music


2- radiohead - "let down" : "ok computer"i tüm zamanların en iyi albümü sayanların sayısı hiç de az değildir. hemen hepsi başyapıt olan şarkılardan oluşan bu albümün, aslında arada kalmış, ilk dinleyişte pek sarmayan şarkısı "let down", ilerleyen zamanlarda, temiz 2-3 yılıma fon müziği olmuştur. bıraktığı etki insana "thom yorke, insan mısın sen allahsız?" dedirtir. müslüm gürses fanatikleri ingiltere'de doğmuş olsalardı ideal jilet şarkıları bu olurdu. geceleyin, tek başınıza ve alkollü dinlemeyin, çarpar!
http://www.dailymotion.com/video/x7zb2c_radiohead-let-down_music


1- pearl jam - "black" : buraya kadar geldik, ama ben bu şarkıyı nasıl anlatayım ki şimdi? nasıl tarif edeyim? "ten" zaten evladiyelik albümdür, hele ki bu şarkı.. sözler ayrı vurur, melodi ayrı deşer.. kasaturalarla girişseler daha az acıtırdı! hayatımın şarkısı ve sanırım bu değişmeyecek. eddie'nin nasıl muhteşem bir vokal olduğunun, pearl jam'in ne kadar büyük bir grup olduğunun kanıtı. eğer tanrı olsaydım, sırf bu şarkıyı yaptıkları için cennetimi çoktan hak etmiş olurlardı!
http://www.dailymotion.com/video/xdtlqp_pearl-jam-black_music

16 Temmuz 2011 Cumartesi

yeni başlayanlar için ölüm..

"insanın her gün yaptığı en iyi şey, o gün intihar etmemiş olmasıdır" demiş albert camus.. bunu camus söyleyince cool duruyor tabi, sen ben söylesek intihara özendirmekle suçlanırız. Otuzlu yaşlara ulaşan herkes (ben 27'yim!) önce ergenlik problemlerini, sonra gençlik hezeyanlarını layıkıyla atlatıp geride bırakmış olduğundan aklının bir köşesinde oradan oraya savrulan ölüm fikrini de güvenli bir kıyıya bağlayarak kısmen arkasında bırakabilmeyi başarabilmiştir. (son derece tırt bir genelleme olabilir ama ben öyle düşünüyorum. örnek vereyim, sıkıcı ve yağmurlu bir günde okulun arka bahçesine bakan sınıfının en arkasında cam kenarında analitik geometri dersi dinlemek zorunda olan 17 yaşında bir liselinin, o an camdan atlayarak ölmek fikrini aklına dahi getirmemiş olmasına beni kimse inandıramaz! bu konuda yalnız olduğumu düşünmüyorum!)


ölümden korkmak ise bambaşka bir mevzunun yüklemi. gerçekte tam olarak neye benzediğini bile bilemediğimiz, şimdiye kadar türlü kitapta, şarkıda metaforlarla açıklanagelen bir olgudan korkmak da başlı başına garip ve aslında bir o kadar da komik bir durum değil mi?


karşılaştığım her durumda önce artıları eksileri döküp ona göre karar vermeye çalışan bir kalın kafalı olarak, eğer öncesinde aynı değerlendirmeyi yapma şansım olsa idi ölüme de benzer şekilde yaklaşırdım.
eksileri neler; "sevdiklerini bir daha görememek, yapmak istediklerini yapamamış isen bunların ağırlığını taşımak, inancın ölümden sonra muhakemeyi gösteriyorsa bununla ilgili endişelenmek,..vs"
artıları neler olurdu ki; "reenkarnasyona inanıyorsan belki daha iyi bir re-born ümidi, uçsuz bucaksız bir rahatlama ve boşvermişlik duygusu, ferhat göçer'i bir daha duymayacak olmanın verdiği hafiflik hissi,..vs"


şahsen her inanca sonsuz saygısı olan biri olarak (insan, isterse kızılderililer gibi ölünce ulu manitunun uçsuz bucaksız çayırlarına kavuşacağını umsun, isterse kıyamet anında ruhunu bu diyardan kaçıracağı inancıyla kuru yük gemisine tapsın, saygı duyarım) işin inanç kısmı bir tarafa, ama salt ölüm fikrinin çıplak gerçeği üzerine edilebilmiş güzel tarifler beni her zaman çarpmıştır.


tam da bu yüzden, replikas'ın, içinde; "hayat tek nefes etmez, ölüm alem aldırmaz, canım bir gülüş etse, ölüm güler hiç susmaz" dizelerini barındıran nadide eseri "ömür sayacı", bence bu topraklarda yapılmış en güzel şarkılardan biridir. http://fizy.com/#s/1aip56


bu yazıya sadece ve sadece, bu şarkıyı başında ufak bir girizgahla takdim etmek amacıyla başlamıştım ama ipin ucunu kaçırıp şu tatil günü için biraz iç karartan "ölüm" temalı bir şeye dönüştürmüşüm ki, ne yazık ki çok sık yaptığım bir şeydir! :)


neyse, gene de çok kafa yormaya değmez, bir anlamda ölüm, yatıya gelen uzak akraba gibidir, ne yaparsanız yapın mutlaka sizi bulacaktır!

14 Temmuz 2011 Perşembe

tespitler yumağı..

- fırsattan istifade alırlar içeri dediydim ama guiza hala tutuklanmadı!
- hayatında ilk defa gittiği ve muhtemelen bir daha da gitmeyeceği bir şehirde, alışveriş esnasında "ayağımız alışsın" kozunu oynayarak indirim bekleyen adamdan kimseye zarar gelmez.
- hiç kimse beni alışverişte kandıramaz, kazıklayamaz! henüz üniversite öğrencisiyken kapıdan satışla 10 taksitle aldığım, öğrenci bütçemde onarılmaz yaralar açan fritözü kapsam dışında tutuyorum, fritöz bu sonuçta, her eve lazım!
- şarkının ve söyleyen grubun adını unuttum, içinde "kadirşinas londra tilkisi" sözü geçen bi şarkı vardı. myspace'de döndüre döndüre dinlerdim, ismi yeter..
- sıcaktan kavrulup fahri kenyalı olduğumuz şu günlerde bence birisine edebileceğiniz en büyük beddua; "söylediğin bira ılık gelsin" olur! allah düşmanımın başına vermesin, insanı hayata küstüren bi durum! öğle yemeğinin yanına gelen ılık kola da aynı yıkıcı etkiye sahip! ondan sonra "niye toplumda depresyon ve intihar oranı artıyor?" !!
- tespit demişken, ehl-i keyf'in 2. albümü "hasar tespiti"nin ilk iki şarkısı "gülizar" ve "tekila, cin & rock'n roll", grubun resmi sitesi www.ehlikeyf.biz 'den dinlenebilir ve hatta indirilebilir. grubun gitaristi ve lise yıllarından kankam olan akif burak atlar'ın, geçmişten bugüne sağlam rock eserlerini çalarak yad ettiği radyo programı "sarhoş atlar zamanı" da her pazar 20.00-21.00 arası açık radyo'dan takip edilebilir. (müdür, koy bi pearl jam de neşemizi bulalım) http://sarhosatlarzamani.tumblr.com/
- daha birkaç yıl öncesine kadar festivallerde sıcak, güneş, yağmur, çamur demeksizin çadır kurup kamp yaptığını düşünmek ve bunu artık yapamayacakmışsın gibi hissetmek insana yaşlandığını hatırlatıyor! ohoo, daha bunun siyatiği var, romatizması var, takma dişleri çıkartınca koyacağımız bardağı var!!..
- alter bridge'in solisti kevin bacon'a benzemiyor mu??
- düğün mevsimi geldi, halay başı olacak hafif alkollü damat dayısı ve masa üzerinde çocuk uyutacak röfleli teyze hazır mı?

10 Temmuz 2011 Pazar

subtitles - 2

"piçlerin çocukları olmaz.
piçler aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür.
oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.
piçlere sır verilebilir. ölümleriyle son bulan sırdaşlıkları vardır.
...

piçlerin cinsel hayatı düzensizdir.
piçlerin bedenleri ve akılları diğer insanlarınkilerin aksine nasırlaşmaz. onların nasırlaşan tek yerleri ruhlarıdır.
piçler sadece kendi aşklarına saygı duyarlar.
en yakın dostlarının kadınlarına dil ve el uzatabilirler.
bu durumda piç tabii ki suçlu ancak piçlik meşrudur.
piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler.
belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar.
sızdıkları yerin adı huzurdur.
piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk
yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır.
piçler insan öldüremedikleri ağır suçlar işleyemedikleri
korkak ve hain oldukları için yaşadıkları yerleri zorunlu kalmadıkça
terk edemezler."

...
"hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. üzülürsün. pişman olursun. sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."
...
(piç, hakan günday, 2003)


(bir imza gününde bizzat hakan günday'dan birebir teyit ettiğim üzere; "piç" romanı selim demirdelen yönetiminde, ümit ünal senaryosuyla sinemaya uyarlanıyor, kitaba yakışır bir film olur inşallah!)

9 Temmuz 2011 Cumartesi

kaçan konserler feat. emprovize hareket engellenemez!

bu yaz üç konseri kaçırdığıma çok yandım. işin gücün gözü kör olsun! 

tabii ki bunların arasında bon jovi yok! ortaokulda, lisede dinledik tamam, ama bitti o dönemler, kendilerini, müziklerini geliştiren, dinleyenine saygısı olan gruplar harıl harıl yeni ve cesur albümler yaparlarken bon jovi geçmişin ekmeğini ısıtıp ısıtıp yemeye devam etti. zamanında "you give love a bad name" diye walkman'da bağıra çağıra eşlik ediyorduk, inkar edemem, ama o devirler karneyi de ekmekle alıp tüpgaz, margarin ve bademli magnum için bakkalın önünde uzun sıralar beklediğimiz yokluk yıllarıydı! artık "kadayıf kıllılar spor"a transfer olmuş bu amcalar hala 80'lerin hair rock'unu icra ediyorlar ya, pek bir şey hissedemiyorum. benim gözümde amerika'nın haluk levent'idirler şu saatten sonra.

gidemediğim için üzüntü duyduğum konserlerin ilki sonisphere festivali için gelen iron maiden'dı. bruce dickinson'lu kadrosuyla ilk kez memleket toprağına ayak basan bu güzide topluluğu belki de ilk ve son kez izleyememek, uzunca bir dönem cep telefonumun çalma müziği olan "afraid to shoot strangers"a en karga sesimizle eşlik edememek acı koydu. allahtan hiç olmazsa geçen yıl aynı festival bağlamında metallica'ya bir stadyum dolusu insanla birlikte eşlik etmiştik. muse, cure, korn, megadeth, placebo, skin, editors, gogol bordello, kasabian, offspring, apocalyptica gibi bilimum grubu sahnede izlemiş bir adem evladı olarak şunu diyebilirim ki metallica o gece bize konser değil, başka bir şey izletti! o gün "yaa ben slayer'e geldim asıl, metallica öldü be aabi yaa" diye konuşanların bazıları "fade to black"a ağlayarak eşlik ediyordu, bu gözler bunu da gördü :)

bir diğer kaçan konser, one love festival ile memleketi ikinci kez şereflendiren "manic street preachers" idi. kendileri dean saunders ile birlikte en sevdiğim galliler'dendir. gidemedik ya, nispet yapar gibi iyice coşmuşlar, mükemmel bir konser olmuş. "ocean spray"i bile çalmışlar, daha ne olsun!

sonuncusu da jamie cullum. ekşi sözlük'teki bir yorum aslında onu güzel tarif ediyor; "erkek milletinin norah jones'a verdiği en güzel cevap!" bunun yanı sıra radiohead, hendrix, rihanna gibi birbiriyle hiç alakasız isimlerin şarkılarını kendine özgü şekilde çok şukela cover'layan, altı yaşından beri piyanosunun üzerinden inmeyen bir adam. 6 temmuz'da santralistanbul'da verdiği konserde bir ara ezan okunmaya başlayınca önce şarkıya ara veriyor, sonra da piyanosuyla, okunan ezana uygun tonda hafifçe doğaçlama eşlik etmeye başlıyor. oluşan ambians inanılmaz, ahanda o anların görüntülerinin linki;


nem kapmakta üstüne olmayan bir millet olarak gerek konser sırasında, gerekse daha sonra basında, olayın "vay efendim ezana, dine saygısızlık" şeklinde değerlendirilmemesi ve insanların tüyleri diken diken olmuş şekilde alkış yağmuruna tutması da süper olmuş.

konser, festival, müzik, bunlar güzel şeyler; sözlerimi rahmetli kurt cobain'in bir liriğiyle bitireyim;

"evlerinin önü yonca
yonca kalkmış dam boyunca
bu yoncayi kim biçecek
celal oğlan olmayinca (celal oy oy)

8 Temmuz 2011 Cuma

dave grohl, bir deli oğlan..

dave grohl'u nasıl biliriz? 94'ün nisan'ında "ben mi kurtaracam bu dünyayı anasını satayım" diyerek kendi eliyle terk-i diyar eyleyen cobain'den sonra, bir çoklarının aksine müteveffanın sanatsal mirasına leş kargalığı yapmadan (courtney love, lafım sanadır!), bunun yanı sıra kafayı çizip depresyon hırkaları giyip müzikten de elini eteğini çekmeden, doğru bildiği yolda yürüyen çocuk ruhlu bir adam. rockstar triplerinin hiç uğramadığı, sanki cuma akşamı beraber iki kadeh bişeyler içmek için arasanız, "geliyorum hacı ama önce bi tantuni gömelim, çok pis açım" diye cevap verebilecek birisi. (abartıdan anlamayan nesle aşina değiliz!) kendisi bundan bir kaç yıl evvel bir maden göçüğü sonrasında bir kaç günü yer altında geçiren kazazede işçilerin bu süre boyunca ipod'larından foo fighters dinlediklerini öğrendiğinde acayip duygulanmış ve ilk konserlerinde bu işçileri kulislerinde ağırladığı gibi konser sonrası da beraber kafa çekmeye götürmüştür.


nirvana sonrası foo fighters'ı kuran dave reis, grubuyla "best of you", "all my life", "in your honor", "times like these", "my hero", "generator", "everlong" gibi sağlam hitlere imza attıktan sonra son albümleri "wasting light"ı bu sene yayınladılar. bana göre kesinlikle grubun en sert, en melodik ve de en güzel albümü olan wasting light'ın bir tane bile boş şarkısı olmadığı gibi insanı ciğerinden vuran iki de "güzelliği" var. birincisi "dear rosemary" ki, eski toprak punklardan (80'lerin punk grubu husker du'dan hatırlanan) bob mould'ın vokali ile de şenlenen şarkı sizi alıyor eviriyor çeviriyor ve yere vuruyor. http://fizy.com/#s/2agneg


bir diğer muazzam şarkı "i should have known" ise sözleri nedeniyle kurt cobain'e ithafen yazıldığı izlenimini veren bir şarkı. http://fizy.com/#s/2eifbt  her ne kadar dave grohl bunu kesin olarak doğrulamasa da bu şarkıda da nirvana sac ayağının üçüncü kısmı olan krist novoselic'in "konuk sanatçı" kabilinden bas çalması manidar. albümden videosu çekilen "white limo"nun klibinde limuzin şoförü olarak lemmy'i görebilirsiniz. sonuç olarak dave grohl, belki cobain'le, eddie vedder'le, vs. aynı kalibrede değerlendirilmeyecek hiç bir zaman. ama onun böyle bir sorunu yok, bizim de yok. halen türkiye'ye teşrif etmedikleri için yokluktan, hyde park konseri dvd'sini (ki gaza getirmede hakikaten 20 freşa meyveli soda gücündedir) izleyerek haykırıyoruz; "DAVE BABA BİZİ DİSKOYA GÖTÜR!"