29 Temmuz 2011 Cuma

tavşan burcu erkeği..

dedemle ilgili aklımda kalan en güzel hikaye şu; daha ufağım, yaşım belki 13-14. izmir'de, dedemlerdeyiz. bir yaz günü, torunlar falan herkes evde. en küçükleri olarak açmışım gazeteyi önüme, önce kendi burcumu, sonra odadaki herkesin burcunu tek tek yüksek sesle okuyorum. sırayla herkesin burcu okunduktan sonra dedem heves edip "hadi benimkini de oku" diyor, "burcun ne senin dede?" diyorum, cevap; "tavşan var mı? tavşanı oku!"


hayatı boyunca izmir'in bir köyünde yaşamış olan dedemin elbette burçlar ve astroloji ile ilgili en ufak bilgisi yok. bırakın burcunu, doğum tarihini bile net olarak bilmiyor. ama yarım saattir okunan bütün burçlar koç, boğa, aslan, yengeç, oğlak, balık olunca, adamcağız da kendi burcu için hayvanlar aleminin bir üyesini seçmesi gerektiğini düşünüp, tercihini kemirgenler familyasının sevimli ferdi tavşandan yana kullanıyor.


dedem rahmetli olalı 12 sene kadar oldu.


bu ne yazısı şimdi diyenlere; zamanında, futbolla ilgilenmediği halde, ailenin tüm erkekleri fanatik beşiktaş'lı iken, en küçük torunu yalnız kalmasın, ezilmesin, kızdırılmasın diye onunla birlikte galatasaray'ı destekleyen bir insana dair güzelleme yazısı. (evet, Es-Es'liyiz ama küçüklükten gelen bir cimbom sevgimiz de yok değil!) o beni aile içinde taraftarlıkta yalnız bırakmadı, o yüzden ben de dedemi astroloji alemlerinde bir başına bırakmam! sapına kadar tipik bir "yengeç" olsam da; yükselenim "TAVŞAN!"

24 Temmuz 2011 Pazar

es es es ki ki ki!..

çocukluk ve ergenliğini eskişehir'de yaşamış olmanın bazı belirtileri vardır. tabi kendi sancılı yıllarım olan 80'ler sonu 90'lar ortası döneminden söz ediyorum.


sümerbank basma fabrikasının o gün ne renk kumaşlar ürettiğini porsuk çayının renginden anlardın, atığını direk oraya verirdi çünkü. bugün herkesin kullandığı "hacım" kalıbı, o yıllarda eskişehir'de kızların dahi birbirlerine hitap şekliydi. ("hocam" ise daha hiyerarşi bildiren, daha okumuş ortamların, mesela ankara gençliğinin ağzından çıkmadır. bunların antep versiyonu da "rafık" imiş, serkan'dan öğrenmiştim)


daha mc. donalds'lar, burger king'ler yokken pino'nun hamburgerini tadan eskişehir ergeni, bunun üzerine bir fast food lezzeti koymaz. eskişehir'de yaşayıp da papağan'da çiğbörek yemeyenin dövüldüğü yıllardan bahsediyoruz. kılıçoğlu sinemasının önünün buluşma mekanı olarak kullanıldığı zamanlardan.. (ki kılıçoğlu'nun şu an yıkılıyor olmasının ortalama bir eskişehir'liye verdiği duygu, ortalama bir new york'lunun -yitip giden canlar anlamında değil elbet, sadece yapı anlamında-  ikiz kulelerin enkazına baktığına hissettiğiyle benzerdir) kızılcıklı'da piyasa yapmayan, istasyon'da içmeyen, sinema kafe'de sürtmeyen, adalar'da kız kavgasından dayak yemeyen adem evladı da yoktur. (bir keresinde ortaokulda -gerçekten de- hiç ilgim ve hissiyatım olmayan bir kız yüzünden, o kıza gönül vermiş bir piç kurusu ve arkadaşı tarafından dövülmüş ve kızdan uzak durmam yönünde uyarılmıştım. gerçek şu ki kız sadece aynı sokaktan komşum olduğu için arkadaşımdı ve benim başka bir arkadaşımla çıkıyordu. birlikte olan onlardı ama dayağı ben yiyordum!)


her zaman olduğu gibi konuyu daldan dala uzatsam da geleceğim yer eskişehirspor, nam-ı diğer Es-Es! işte bu yukarıda saydığım "eskişehirlilik" belirtilerden biri de Es-Es sevgisidir. üstelik bu sevgi, takımın başarısı ile, maç kazanıp kaybetmesi ile, hangi ligde olduğu ile de ilgili değildir! ben kendimi bildim bileli hep alt liglerdeydik biz. 89'da düşmüşüz ilk. o dönemden önceki birinci lig zamanlarını (o zamanlar adı birinci lig idi, süper sıfatı yoktu) hayal meyal hatırlıyorum. şaşalı 70'ler dönemlerini babalarımızdan dinlemiştik tabi.. o şampiyonluklar kovalayan, avrupa'da turlar geçen Es-Es'ten bize kalan alttaki posası olmuştu.


sene 95, lise hazırlık sınıfındaydık ve takım yıllar sonra birinci lige yükselmek için iddialıydı. üç takım; uzan'ların para yağdırdığı istanbulspor, izmir yaşar grubunun desteklediği karşıyaka ve Es-Es, diğerleriyle farkı açıp son haftalara kadar geldiler. ilk ikiye giren direkt olarak birinci lige çıkacak, üçüncü olan ise, alttan gelen başka takımlar ile yeniden turlar oynayarak uzun bir yoldan tekrar birinci lig şansını zorlamak zorunda kalacaktı..
ve bu üç takımın koşturduğu ligde herşey son haftaya kaldı.. karşıyaka'nın çıkmayı garantilediği son haftada Es-Es'imin karşılaşacağı ve yenmek zorunda olduğu takım hangisiydi dersiniz? istanbulspor!


maç eskişehir'deydi, kazanmamız şarttı, kazanırsak çıkıyorduk, beraberlik bile onlara yarıyordu. kazanmak demek eskişehir'i birinci lig'de görmek demekti, Es-Es'i büyük takımların, ünlü futbolcuların karşısında desteklemek, artık statta üçüncü lig maçı değil üç büyüklerle yapılacak maçları izlemek..


tabii ki izdiham oldu o maç. akşam üstü 3'te başlayacak maç için sabah 9'da girdik stada. güneşin altında kavrula kavrula ve mithat körler'in söylediği marşları dinleye dinleye beynimiz döndü. o 6 saatte 2 sene yaşlanmışımdır. ama sonunda nasıl olsa kazanacaktık ve çekilen hiçbir çile umurumuzda değildi!


fazla uzatmayacağım, maç 0-0 bitti! 6 yıl sonra birinci lige çıkma maçını kazanamadık ve istanbulspor çıktı! böyle bir çökmüşlük, böyle bir üzüntü yok! bütün stat, 20 bin kişi, 8 yaşındaki veletlere kadar herkes ağlıyor! şahsen sünnet olmak bile bu kadar acı vermemişti! ve de öfke tabi. bildiğiniz "en büyük taraftar, futbolcular sahtekar" tezahüratları.. o gün stattan çıkarken; "bir daha Es-Es dersem, bir maçını takip edersem allah belamı versin, yoksunuz lan artık benim için, yok Es-Es falan, bitti!!" diye bağırıyordum.


bu büyük yeminimi uzun süre tuttum; 5 gün kadar.. yaklaşık 5 gün sonra play-off yükselme grubu maçlarını radyodan yerimizde duramayarak dinliyorduk, ve de nasıl olduysa allah belamı falan da vermedi! yine uzatmayacağım, Es-Es tek maçta istanbulspor'u yenmesi halinde mayıs sonunda kolayca çıkacağı birinci lige, daha sonra play-off maçlarıyla bir sürü başka takımı daha yenip haziran ayında çıkabildi. her işimiz çileliydi yani! zor olmuştu ama olmuştu!


birinci lige yükseldiğimiz o gün eskişehir'i görmeliydiniz. hayatımda unutamadığım günlerden biridir! herkes sevinçle, araba konvoylarıyla, marşlarla, bu kez mutluluktan ağlıyordu. dost-düşman, tanıyan-tanımayan farketmez! şöyle söyleyeyim, ortaokulda kız meselesi yüzünden beni döven çocuklardan (bkz: yukarıdaki piç kurusu) bahsetmiştim ya, bir ara kendimi onlarla sarmaş dolaş kalabalığın içinde Es-Es-Es-Ki-Ki-Ki çekerken buldum!


işte biz o sene binbir zorlukla, çileyle yükseldiğimiz birinci ligden aynı yılın sonunda tekrar düştük!! bir daha ki çıkışımız için 12 yıl daha beklememiz gerekti, arada 3.ligler gördük, falan filan.. ama ne kadar kızsak da, sövsek de Es-Es'i sevmekten vazgeçemedik. bu yüzden 3.lig'de bile oynasa, 15 bin kişilik taraftarın önüne çıktı kırmızı şimşekler.. 2008'deki birinci lige yükselme final maçında istanbul'a 15 bin kişi aktı bu yüzden..


şimdi, şu günlerde, bambaşka konularla, şike ile teşvik ile ilgili haberlerde geçiyor kulübümün adı.. antrenörünün, oyuncusunun bulaştığı iddia ediliyor.. sözlüde hiç beklemediği yerden soru gelmiş lise öğrencisi gibiyiz, anlamaya çalışıyoruz "n'oluyor ulan?" diye.. kim işin içindeyse, nasıl bir kirliliğe bulandıysa, bunu bu kadar taraftara yaşatmanın ne demek olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktur! bu oyunu niçin sevdiğimiz, niçin hala kırmızı siyah görünce heyecanlandığımızı da idrak edememiştir! bu insanlar bilmez ki, böyle işlerin içinde adımız geçerek burada oynayacağımıza, kendi şerefimizle alt ligde oynayalım ister eskişehirliler. şahsen 32 yaşımın içindeyim, kendimi taraftar olarak bildim bileli eskişehirspor'u en üst ligde izlediğim yıl sayısı, yaşımın 6'da biri kadardır! o yüzden hiç fark etmez, yine alt liglerde oynamak! bu pis ilişkileri, iş adamlarını, siyasi rant bağlantılarını, hep arkamızda bırakacaksak, ayıklayacaksak, tercih bile ederiz hatta.. zira patenti göztepeli'lere ait bir vecizeyi ödünç olarak kullanmak isterim; "ESKİŞEHİRSPOR SOKAK ARASINDA BİLE OYNASA, BİZ KALDIRIMA ÇIKIP ES-ES ÇEKERİZ!"

23 Temmuz 2011 Cumartesi

iki güzide kayıt..

zaman geçmiyor ki, memleket topraklarından yeni güzellikler çıkmasın. son dönemlerde alttan alta büyüyen, konserleri ile hayran sayılarını sürekli arttıran, sosyal ağları ve interneti çok akılcı kullanarak mainstream'in tamamen dışında kendilerine özgü büyük yerler açarak ilerleyen iki güzel grup var;


ilkine hemşehri kontenjanından (viva es es!) öncelik vereceğim; büyük ev ablukada.. ismini turgut uyar'ın şiirinden alan grup, minimal akustik ortamlar için 2 kişi olarak, elektrikli ve janjanlı büyük konser ve festivaller için de tam tekmil kadrosuyla sevenlerine hizmet veriyor! henüz bir albümleri bile yok ama konserleri hep full çekiyor. (gidemediğim için hala yandığım one love festival'de de sağlam performans vermiş ve kitleyi neşeye gark etmişler) aşağıda babylon konserlerinden kısa bir kayıt, grubu daha önce dinlememiş olanlara fikir verecektir;
http://vimeo.com/25608923


bir diğer afili oluşum da, 123. dilara sakpınar, burak ırmak, feryin kaya ve berke can özcan'dan oluşan grup elemanlarını daha önce dandadadan ve tamburada'dan da hatırlıyoruz. son albümleri "arve" sonrası konserleriyle kitlesini büyüten 123, 19 mayıs'ta izmir senfoni orkestrası eşliğinde verdiği konserle bizi mesut etti. grup, bu konserin ilk kaydını internette yayınladı. dikkatle bakarsanız, konserde önde oturan bu kardeşinizin kavun kafasını da seçebilirsiniz belki; :)
http://vimeo.com/26715865


http://www.buyukevablukada.com/    http://www.123theband.com/

best of damar..

bazı şarkılar vardır ki dinlerken nefes alışınız değişir, gözünüz dalar, canınız içmek ister, (benim gibi) normalde kullanmasanız da bir sigara yakasınız gelir. neredeyse göğsünüze bir ayı oturmuş gibi hareketsiz, nefessiz kalırsınız. bu damar şarkılar tabii ki kişiden kişiye değişir. aşağıdaki liste tamamen şahsi bir damar top 10 derlemesi olup, bu şarkıların tümü hayatımın değişik dönemlerine fon müziği olmuştur. bu listenin yerlisini de bir daha ki sefere yapalım. ödül töreni mantığıyla, 10'dan geriye doğru gidersek;


10- metallica - "mama said" : metallica diskografisinde bir kırılma albümü olan "load" için bile ayrıksı bir şarkı bu. tüm metallica şarkıları içinde hala farklı yerini korur. hetfield'in "anne&oğul" temalı sözleri de, country'e yakın müziği de olağanüstü. "i need your arms to welcome me, but a cold stone's all i see" sözü sağlam vurur!
http://www.dailymotion.com/video/x6gr6a_metallica-mama-said_music


9- alice in chains - "would" : solistleri layne staley ölmeden önce grunge'ın en önemli temsilcilerinden olan grubun, belki de en sevilen şarkısı. hem orjinal albüm kaydı, hem de mtv için unplugged yorumladıkları versiyonu güzeldir. (alice in chains, staley'in ölümü sonrasında da yollarına devam ediyor, hatta geçen yaz sonisphere için istanbul'da da çaldılar) çok geç keşfettim alice in chains'i ve bu şarkıyı, kolay kolay da bırakmam! R.I.P. layne!
http://www.dailymotion.com/video/x9fcu6_alice-in-chains-would_music


8- nick cave & pj harvey - "henry lee" : cave'in "murder ballads" albümünden çıkan bir başyapıt. kendisine, o dönemler beraber olduğu polly jean harvey de o melek sesiyle eşlik etmiş ve usul usul akıp giden bu güzel şarkı dökülmüş. ayrıca nick cave'in kylie minogue ile düeti "where the wild roses grow" ile, pj harvey & thom yorke işbirliğinden doğan "this mess we're in" de aslında bu listeyi zorlayan başyapıtlar.
http://www.dailymotion.com/video/xcsrsq_nick-cave-the-bad-seeds-henry-lee_music


7- muse - "muscle museum" : muse'un çok daha güzel şarkıları oldu. ama madem başlığımız "damar", ilk albümleri "showbiz"den çıkan "muscle museum", kitleleri muse ile tanıştırmanın yanı sıra matt bellamy'nin olağan üstü vokali ile de ilgi çekmişti. daha tıfıl bir üniversite öğrencisiyken bu şarkıyı dinleye dinleye helak etmiştim kendimi. 2006'daki rock'n coke konserinde çalmadı alçaklar, muhteşem konserin tek yarası odur bende!
http://www.dailymotion.com/video/x9581_muse-muscle-museum_music


6- placebo - "without you i am nothing" : eskiden, "black market music" zamanlarında çok dinlediğim bir gruptu placebo. yıllar geçtikçe bendeki etkisini yitirdi. ama bu şarkı bir acayiptir. ayrıca şu listede, grubundan canlı canlı dinleyebildiğim tek şarkıdır. (bu da 2006 rock'n coke) brian molko'nun sesinin en acıtan hali.
http://www.dailymotion.com/video/x9vib7_placebo-without-you-i-m-nothing_music


5- nirvana - "where did you sleep last night" : biz faniler arasında "my girl" olarak da bilinen, bir çok kişi ve grubun yorumladığı, ve en nihayetinde nirvana'nın da mtv-unplugged konserinde cover'ladığı bir şarkı. unplugged albümün "the man who sold the world" ile birlikte iki şukela cover'ından biri olan şarkının sonunda kurt cobain'in çatallı sesi ile gırtlağını yırtarcasına söylediği nakarat kısmı, insanın ciğerini keser. benim kesti, oradan biliyorum.
http://www.dailymotion.com/video/x8l1vi_nirvana-where-did-you-sleep-last-ni_music


4- jeff buckley - "hallelujah" : işte cobain ve staley gibi çok erken firar eden biri daha; jeff buckley.. başta yaratıcısı leonard cohen olmak üzere, pek çok kişinin yorumladığı "hallelujah"ı öyle bir söyler ki, sanırız cohen bile hakkını teslim etmiştir. özellikle canlı konser kayıtlarından da dinlemek lazım. şarkının sonlarında vokal, yaralı bir sokak köpeğinin uluması gibi.. enfes..
http://www.dailymotion.com/video/x9ihw2_jeff-buckley-hallelujah_music


3- sia - "breathe me" : bir çokları gibi ben de bu şarkıyı "six feet under"ın finalinde duydum. o enfes dizinin finalinin unutulmaz olmasının bir sebebi de bu şarkıdır. dinler dinlemez şarkıyı indirmiş ve çok uzun süre müptelası olmuştum. uzun yıllar geçti, dizi de, şarkı da bende bıraktığı intibayı halen korur. o nedenle şarkının aşağıda sunduğum orjinal videosu ile yetinmemek, "six feet under"ın final dakikalarını da arada tekrar hatmetmek gerekir.
http://www.dailymotion.com/video/x2v4nb_sia-breathe-me_music


2- radiohead - "let down" : "ok computer"i tüm zamanların en iyi albümü sayanların sayısı hiç de az değildir. hemen hepsi başyapıt olan şarkılardan oluşan bu albümün, aslında arada kalmış, ilk dinleyişte pek sarmayan şarkısı "let down", ilerleyen zamanlarda, temiz 2-3 yılıma fon müziği olmuştur. bıraktığı etki insana "thom yorke, insan mısın sen allahsız?" dedirtir. müslüm gürses fanatikleri ingiltere'de doğmuş olsalardı ideal jilet şarkıları bu olurdu. geceleyin, tek başınıza ve alkollü dinlemeyin, çarpar!
http://www.dailymotion.com/video/x7zb2c_radiohead-let-down_music


1- pearl jam - "black" : buraya kadar geldik, ama ben bu şarkıyı nasıl anlatayım ki şimdi? nasıl tarif edeyim? "ten" zaten evladiyelik albümdür, hele ki bu şarkı.. sözler ayrı vurur, melodi ayrı deşer.. kasaturalarla girişseler daha az acıtırdı! hayatımın şarkısı ve sanırım bu değişmeyecek. eddie'nin nasıl muhteşem bir vokal olduğunun, pearl jam'in ne kadar büyük bir grup olduğunun kanıtı. eğer tanrı olsaydım, sırf bu şarkıyı yaptıkları için cennetimi çoktan hak etmiş olurlardı!
http://www.dailymotion.com/video/xdtlqp_pearl-jam-black_music

16 Temmuz 2011 Cumartesi

yeni başlayanlar için ölüm..

"insanın her gün yaptığı en iyi şey, o gün intihar etmemiş olmasıdır" demiş albert camus.. bunu camus söyleyince cool duruyor tabi, sen ben söylesek intihara özendirmekle suçlanırız. Otuzlu yaşlara ulaşan herkes (ben 27'yim!) önce ergenlik problemlerini, sonra gençlik hezeyanlarını layıkıyla atlatıp geride bırakmış olduğundan aklının bir köşesinde oradan oraya savrulan ölüm fikrini de güvenli bir kıyıya bağlayarak kısmen arkasında bırakabilmeyi başarabilmiştir. (son derece tırt bir genelleme olabilir ama ben öyle düşünüyorum. örnek vereyim, sıkıcı ve yağmurlu bir günde okulun arka bahçesine bakan sınıfının en arkasında cam kenarında analitik geometri dersi dinlemek zorunda olan 17 yaşında bir liselinin, o an camdan atlayarak ölmek fikrini aklına dahi getirmemiş olmasına beni kimse inandıramaz! bu konuda yalnız olduğumu düşünmüyorum!)


ölümden korkmak ise bambaşka bir mevzunun yüklemi. gerçekte tam olarak neye benzediğini bile bilemediğimiz, şimdiye kadar türlü kitapta, şarkıda metaforlarla açıklanagelen bir olgudan korkmak da başlı başına garip ve aslında bir o kadar da komik bir durum değil mi?


karşılaştığım her durumda önce artıları eksileri döküp ona göre karar vermeye çalışan bir kalın kafalı olarak, eğer öncesinde aynı değerlendirmeyi yapma şansım olsa idi ölüme de benzer şekilde yaklaşırdım.
eksileri neler; "sevdiklerini bir daha görememek, yapmak istediklerini yapamamış isen bunların ağırlığını taşımak, inancın ölümden sonra muhakemeyi gösteriyorsa bununla ilgili endişelenmek,..vs"
artıları neler olurdu ki; "reenkarnasyona inanıyorsan belki daha iyi bir re-born ümidi, uçsuz bucaksız bir rahatlama ve boşvermişlik duygusu, ferhat göçer'i bir daha duymayacak olmanın verdiği hafiflik hissi,..vs"


şahsen her inanca sonsuz saygısı olan biri olarak (insan, isterse kızılderililer gibi ölünce ulu manitunun uçsuz bucaksız çayırlarına kavuşacağını umsun, isterse kıyamet anında ruhunu bu diyardan kaçıracağı inancıyla kuru yük gemisine tapsın, saygı duyarım) işin inanç kısmı bir tarafa, ama salt ölüm fikrinin çıplak gerçeği üzerine edilebilmiş güzel tarifler beni her zaman çarpmıştır.


tam da bu yüzden, replikas'ın, içinde; "hayat tek nefes etmez, ölüm alem aldırmaz, canım bir gülüş etse, ölüm güler hiç susmaz" dizelerini barındıran nadide eseri "ömür sayacı", bence bu topraklarda yapılmış en güzel şarkılardan biridir. http://fizy.com/#s/1aip56


bu yazıya sadece ve sadece, bu şarkıyı başında ufak bir girizgahla takdim etmek amacıyla başlamıştım ama ipin ucunu kaçırıp şu tatil günü için biraz iç karartan "ölüm" temalı bir şeye dönüştürmüşüm ki, ne yazık ki çok sık yaptığım bir şeydir! :)


neyse, gene de çok kafa yormaya değmez, bir anlamda ölüm, yatıya gelen uzak akraba gibidir, ne yaparsanız yapın mutlaka sizi bulacaktır!

14 Temmuz 2011 Perşembe

tespitler yumağı..

- fırsattan istifade alırlar içeri dediydim ama guiza hala tutuklanmadı!
- hayatında ilk defa gittiği ve muhtemelen bir daha da gitmeyeceği bir şehirde, alışveriş esnasında "ayağımız alışsın" kozunu oynayarak indirim bekleyen adamdan kimseye zarar gelmez.
- hiç kimse beni alışverişte kandıramaz, kazıklayamaz! henüz üniversite öğrencisiyken kapıdan satışla 10 taksitle aldığım, öğrenci bütçemde onarılmaz yaralar açan fritözü kapsam dışında tutuyorum, fritöz bu sonuçta, her eve lazım!
- şarkının ve söyleyen grubun adını unuttum, içinde "kadirşinas londra tilkisi" sözü geçen bi şarkı vardı. myspace'de döndüre döndüre dinlerdim, ismi yeter..
- sıcaktan kavrulup fahri kenyalı olduğumuz şu günlerde bence birisine edebileceğiniz en büyük beddua; "söylediğin bira ılık gelsin" olur! allah düşmanımın başına vermesin, insanı hayata küstüren bi durum! öğle yemeğinin yanına gelen ılık kola da aynı yıkıcı etkiye sahip! ondan sonra "niye toplumda depresyon ve intihar oranı artıyor?" !!
- tespit demişken, ehl-i keyf'in 2. albümü "hasar tespiti"nin ilk iki şarkısı "gülizar" ve "tekila, cin & rock'n roll", grubun resmi sitesi www.ehlikeyf.biz 'den dinlenebilir ve hatta indirilebilir. grubun gitaristi ve lise yıllarından kankam olan akif burak atlar'ın, geçmişten bugüne sağlam rock eserlerini çalarak yad ettiği radyo programı "sarhoş atlar zamanı" da her pazar 20.00-21.00 arası açık radyo'dan takip edilebilir. (müdür, koy bi pearl jam de neşemizi bulalım) http://sarhosatlarzamani.tumblr.com/
- daha birkaç yıl öncesine kadar festivallerde sıcak, güneş, yağmur, çamur demeksizin çadır kurup kamp yaptığını düşünmek ve bunu artık yapamayacakmışsın gibi hissetmek insana yaşlandığını hatırlatıyor! ohoo, daha bunun siyatiği var, romatizması var, takma dişleri çıkartınca koyacağımız bardağı var!!..
- alter bridge'in solisti kevin bacon'a benzemiyor mu??
- düğün mevsimi geldi, halay başı olacak hafif alkollü damat dayısı ve masa üzerinde çocuk uyutacak röfleli teyze hazır mı?

10 Temmuz 2011 Pazar

subtitles - 2

"piçlerin çocukları olmaz.
piçler aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür.
oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.
piçlere sır verilebilir. ölümleriyle son bulan sırdaşlıkları vardır.
...

piçlerin cinsel hayatı düzensizdir.
piçlerin bedenleri ve akılları diğer insanlarınkilerin aksine nasırlaşmaz. onların nasırlaşan tek yerleri ruhlarıdır.
piçler sadece kendi aşklarına saygı duyarlar.
en yakın dostlarının kadınlarına dil ve el uzatabilirler.
bu durumda piç tabii ki suçlu ancak piçlik meşrudur.
piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler.
belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar.
sızdıkları yerin adı huzurdur.
piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk
yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır.
piçler insan öldüremedikleri ağır suçlar işleyemedikleri
korkak ve hain oldukları için yaşadıkları yerleri zorunlu kalmadıkça
terk edemezler."

...
"hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. üzülürsün. pişman olursun. sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."
...
(piç, hakan günday, 2003)


(bir imza gününde bizzat hakan günday'dan birebir teyit ettiğim üzere; "piç" romanı selim demirdelen yönetiminde, ümit ünal senaryosuyla sinemaya uyarlanıyor, kitaba yakışır bir film olur inşallah!)

9 Temmuz 2011 Cumartesi

kaçan konserler feat. emprovize hareket engellenemez!

bu yaz üç konseri kaçırdığıma çok yandım. işin gücün gözü kör olsun! 

tabii ki bunların arasında bon jovi yok! ortaokulda, lisede dinledik tamam, ama bitti o dönemler, kendilerini, müziklerini geliştiren, dinleyenine saygısı olan gruplar harıl harıl yeni ve cesur albümler yaparlarken bon jovi geçmişin ekmeğini ısıtıp ısıtıp yemeye devam etti. zamanında "you give love a bad name" diye walkman'da bağıra çağıra eşlik ediyorduk, inkar edemem, ama o devirler karneyi de ekmekle alıp tüpgaz, margarin ve bademli magnum için bakkalın önünde uzun sıralar beklediğimiz yokluk yıllarıydı! artık "kadayıf kıllılar spor"a transfer olmuş bu amcalar hala 80'lerin hair rock'unu icra ediyorlar ya, pek bir şey hissedemiyorum. benim gözümde amerika'nın haluk levent'idirler şu saatten sonra.

gidemediğim için üzüntü duyduğum konserlerin ilki sonisphere festivali için gelen iron maiden'dı. bruce dickinson'lu kadrosuyla ilk kez memleket toprağına ayak basan bu güzide topluluğu belki de ilk ve son kez izleyememek, uzunca bir dönem cep telefonumun çalma müziği olan "afraid to shoot strangers"a en karga sesimizle eşlik edememek acı koydu. allahtan hiç olmazsa geçen yıl aynı festival bağlamında metallica'ya bir stadyum dolusu insanla birlikte eşlik etmiştik. muse, cure, korn, megadeth, placebo, skin, editors, gogol bordello, kasabian, offspring, apocalyptica gibi bilimum grubu sahnede izlemiş bir adem evladı olarak şunu diyebilirim ki metallica o gece bize konser değil, başka bir şey izletti! o gün "yaa ben slayer'e geldim asıl, metallica öldü be aabi yaa" diye konuşanların bazıları "fade to black"a ağlayarak eşlik ediyordu, bu gözler bunu da gördü :)

bir diğer kaçan konser, one love festival ile memleketi ikinci kez şereflendiren "manic street preachers" idi. kendileri dean saunders ile birlikte en sevdiğim galliler'dendir. gidemedik ya, nispet yapar gibi iyice coşmuşlar, mükemmel bir konser olmuş. "ocean spray"i bile çalmışlar, daha ne olsun!

sonuncusu da jamie cullum. ekşi sözlük'teki bir yorum aslında onu güzel tarif ediyor; "erkek milletinin norah jones'a verdiği en güzel cevap!" bunun yanı sıra radiohead, hendrix, rihanna gibi birbiriyle hiç alakasız isimlerin şarkılarını kendine özgü şekilde çok şukela cover'layan, altı yaşından beri piyanosunun üzerinden inmeyen bir adam. 6 temmuz'da santralistanbul'da verdiği konserde bir ara ezan okunmaya başlayınca önce şarkıya ara veriyor, sonra da piyanosuyla, okunan ezana uygun tonda hafifçe doğaçlama eşlik etmeye başlıyor. oluşan ambians inanılmaz, ahanda o anların görüntülerinin linki;


nem kapmakta üstüne olmayan bir millet olarak gerek konser sırasında, gerekse daha sonra basında, olayın "vay efendim ezana, dine saygısızlık" şeklinde değerlendirilmemesi ve insanların tüyleri diken diken olmuş şekilde alkış yağmuruna tutması da süper olmuş.

konser, festival, müzik, bunlar güzel şeyler; sözlerimi rahmetli kurt cobain'in bir liriğiyle bitireyim;

"evlerinin önü yonca
yonca kalkmış dam boyunca
bu yoncayi kim biçecek
celal oğlan olmayinca (celal oy oy)

8 Temmuz 2011 Cuma

dave grohl, bir deli oğlan..

dave grohl'u nasıl biliriz? 94'ün nisan'ında "ben mi kurtaracam bu dünyayı anasını satayım" diyerek kendi eliyle terk-i diyar eyleyen cobain'den sonra, bir çoklarının aksine müteveffanın sanatsal mirasına leş kargalığı yapmadan (courtney love, lafım sanadır!), bunun yanı sıra kafayı çizip depresyon hırkaları giyip müzikten de elini eteğini çekmeden, doğru bildiği yolda yürüyen çocuk ruhlu bir adam. rockstar triplerinin hiç uğramadığı, sanki cuma akşamı beraber iki kadeh bişeyler içmek için arasanız, "geliyorum hacı ama önce bi tantuni gömelim, çok pis açım" diye cevap verebilecek birisi. (abartıdan anlamayan nesle aşina değiliz!) kendisi bundan bir kaç yıl evvel bir maden göçüğü sonrasında bir kaç günü yer altında geçiren kazazede işçilerin bu süre boyunca ipod'larından foo fighters dinlediklerini öğrendiğinde acayip duygulanmış ve ilk konserlerinde bu işçileri kulislerinde ağırladığı gibi konser sonrası da beraber kafa çekmeye götürmüştür.


nirvana sonrası foo fighters'ı kuran dave reis, grubuyla "best of you", "all my life", "in your honor", "times like these", "my hero", "generator", "everlong" gibi sağlam hitlere imza attıktan sonra son albümleri "wasting light"ı bu sene yayınladılar. bana göre kesinlikle grubun en sert, en melodik ve de en güzel albümü olan wasting light'ın bir tane bile boş şarkısı olmadığı gibi insanı ciğerinden vuran iki de "güzelliği" var. birincisi "dear rosemary" ki, eski toprak punklardan (80'lerin punk grubu husker du'dan hatırlanan) bob mould'ın vokali ile de şenlenen şarkı sizi alıyor eviriyor çeviriyor ve yere vuruyor. http://fizy.com/#s/2agneg


bir diğer muazzam şarkı "i should have known" ise sözleri nedeniyle kurt cobain'e ithafen yazıldığı izlenimini veren bir şarkı. http://fizy.com/#s/2eifbt  her ne kadar dave grohl bunu kesin olarak doğrulamasa da bu şarkıda da nirvana sac ayağının üçüncü kısmı olan krist novoselic'in "konuk sanatçı" kabilinden bas çalması manidar. albümden videosu çekilen "white limo"nun klibinde limuzin şoförü olarak lemmy'i görebilirsiniz. sonuç olarak dave grohl, belki cobain'le, eddie vedder'le, vs. aynı kalibrede değerlendirilmeyecek hiç bir zaman. ama onun böyle bir sorunu yok, bizim de yok. halen türkiye'ye teşrif etmedikleri için yokluktan, hyde park konseri dvd'sini (ki gaza getirmede hakikaten 20 freşa meyveli soda gücündedir) izleyerek haykırıyoruz; "DAVE BABA BİZİ DİSKOYA GÖTÜR!"

subtitles - 1

....
turkish: fuck me, hold tight. what's that?
tommy: it's my belt, turkish.
turkish: no, tommy. there's a gun in your trousers. what's a gun doing in your trousers?
tommy: it's for protection.
turkish: protection from what? "zee germans"?
....
(snatch, guy ritchie, 2000)

7 Temmuz 2011 Perşembe

başlarken..

eskiden, yani ben çocukken "kendi kendine yazmanın" adı günlük tutmaktı. yapan da vardı bunu. 13 yaşındasın allahsız, neyin var günlük diye yazabilecek? ben ta o zamandan bunu saçma bulur(d)um, hala da kaynaşmış değiliz kendisiyle. "yaşanan yaşanmıştır, geriye dönmenin ne gereği var ki, kuş mu konduracağız yıllar sonra o yazıları okuyunca" idi hissiyatım.


sonra askerlik yaparken inanılmaz bir yazma isteği hasıl oldu bende, ama nasıl saçma sapan şeyler; "şimdi 1-3 nöbete gidiyorum, yarın çarşı var, ehehe" tadında. ortalama bir erkeği iki saat boyunca kendi askerlik anılarını anlatma arzusu ile dürtecek, ortalama bir kadını ise dört dakikada hayata küstürecek şeyler. bir yerlerde saklıyorum halen ama bir gün birinin eline geçeceğine kafama komodinle vurarak öldürün beni daha iyi! (komodin miydi o kalın kapaklı olanı, şifonyer değil o başka, onu biliyorum)


neyse ne diyordum, askerlik bitti, kendi kendime yazma faslı da bitti. ama meslek gereği çok yazıyorum ben. çok daha resmi, formel, dilekçe tadında. (tadında?!?) hem orada baya dil bilgisi dört dörtlük. böyle küçük harfle cümleye başlamak gibi serserilikler yapamıyorsun. (geyik ortamlarda yazım kurallarına pek riayet etmeyip, mesela inadına büyük harf kullanmayan ben, buna rağmen "de" ve "ki" bağlaçlarını yanlış yazanlara illet oluyorum, böyle de bi insanım) bazen yazdığım o ağır lafların arasına absürd şeyler eklemek için içim gidiyor ama tutuyorum kendimi. dedim ben de niye başka bir mecraya ara ara karalamayayım bir şeyler? normalde karalamayayım gibi zor söylenen, zor yazılan kelimeler kullanmam, şimdi burada ilk sefer diye heyecan yaptım.


evet heyecanlanınca saçmalarım bazen, sekiz yaşındayken teneffüste beni öpen kızın gözüne gazoz şişesi ile vurmam da bu yüzdendi. yoksa şahsi algılama sakın, "teneffüste öpen kız", ayrıca hislerimiz karşılıklıydı ama işte, insan sekiz yaşında olunca bunu güzel ifade edemiyor. ayrıca aramızda çözebileceğimiz bir konuydu bebeğim, gerek yoktu o kadar büyütmeye; pansumanlar, ağlama krizleri, öğretmene şikayetler, yok efendim ertesi gün okula anneyle gelmeler falan! biz de babamızı getirmeyi bilirdik ama "büyüklük bizde kalsın" diyerek uzatmadık!


..neyse, hoop dağıldı gene..
haa, niye bruno'nun yeri? özel bir anlamı yok, bir tarihte olimpos'ta italyan bir eleman ismimi fonetik benzerlik açısından, soy ismimi de anlamı nedeniyle kendi diline çevirerek "bruno falconeri" demişti bana. (google translate kafası). blog isim isteyince o geldi aklıma, o yani.. bruno'nun yeri diye köfte-piyaza gelenleri döverim yalnız. hiç sevmem çünkü piyaz! en son piyaz yediğimde, dünyanın bir öküzün boynuzunda döndüğüne inanılıyordu, düşün. daha da yemem dedim ve hoop yerküreye geçtik. (galileo??.. yok çıkaramadım, mahalleden miydi?)


dur ben ara sıra yazayım buraya, günlük olmaz ama, haftalık bazen, ya da aylık kimi zaman.. ya da sıkılır bırakırım. bakarsın hakikaten kuş kondururuz. sonra o kuşlar havalanır.. sazlıklardan.. off ama çok çirkin oldu bu!