26 Ocak 2013 Cumartesi

ağustos 93


öylece duruyorduk. uzun ve sıcak yaz günlerinde yapılacak en makul şey buydu çünkü, öylece durmak. on üç yaşında sıkılgan ergenler için en güzel aktivite.

onların evindeydik. kanepede uzanıyordu ve çok güzeldi! "sadece" arkadaştık.

onun uzandığı kanepenin karşısındaki koltukta yanlamasına yatar pozisyonda; -sırtımı koltuğun bir yanına yaslayıp ayağımı diğer yanından sarkıtarak- koltuğa mikro bir çekyat muamelesi yapıyordum ve laflıyorduk. radyo açıktı ve neden bilmem o yıllarda radyo dinlenirdi.

"sıradaki şarkı benim" dedi ve yattığı yerden tavana bakarak beklemeye başladı. sesi kısılı halde açık olan televizyondaki belgesele takıldı gözüm; afrika ormanlarında yaşam savaşı; zebra sürüsü sulak alanlara doğru göç ediyor. dikkatli olmak zorundalar, çünkü göç yolları üzerinde "öğle yemeğinde bir zebraya hayır demeyecek" çok sayıda meraklı göz ve diş var! radyoda sezen aksu'nun şimdi hatırlamadığım bi şarkısı çalmaya başlayınca sevindi. şarkının sözlerine yarım yamalak eşlik ediyor, şarkının tam olarak bildiği tek yeri olan nakaratına geldiğinde sesini yükselterek sezen aksu'yu bastırıyordu. "sıradaki de senin şarkın olsun" dediği anda göç yolundaki zebralar bir aslan sürüsü tarafından çevrildi. "güzel bir şarkı denk gelse bari" diye içimden geçirdim, ne bileyim, inceden mesaj veren bi şey olabilir belki, bakışıp utanır güleriz falan.

"mutlu hayat yoktur, aslolan mutsuzluğun içinde nadiren yakalanan mutlu anlardan ibarettir" diye bir klişe vardır, evet doğru. hayat dediğin şey özü itibariyle güzel bir şey olamaz, basbayağı zordur! hepimiz için zordur, sadece özneden özneye zorluk derecesi değişir. mesela herkes bilir ki serengeti çölünde yavru bir zebra iseniz hayat biraz daha zordur. işte, paytak paytak koşmaya çalışırken genç irisi bir aslanın hamlesiyle yıkıldı bile. üzerine çullanan diğerlerine karşı koyabilmek için yapabilecek hiçbir şeyi yok! sezen aksu bitti, "benim şarkım" olacağı az önce bana bildirilen sıradaki şarkı başladı; ozan orhon ve "ortada kuyu var!" şansıma sokayım! tamam 90'lar türkçe pop dönen bi radyoda nirvana çalmasını beklemiyordum zaten, tarkan olur, fatih erkoç olur, ne bileyim sinan "lil bro" erkoç bile kabulüm, ama bu ne lan! şarkıyı beğenmemiş ve sahiplenmemiş gibi yüzümü muzipçe ekşitip baktım. kıkırdayarak güldü; "şansına bu düştü, mızlanma!"

sonra biraz daha lafladık, radyoda şarkılar, tv'de hayvanlar geçti, sokaktan iki bisikletli çocuk, bir tüp arabası geçti.. bir ara çalmakta olan şarkıya fon görüntüsü olarak sesi kısık televizyondaki su aygırının yemek yerken açıp kapadığı ağzını yerleştirdik. şarkı söyleyen bir su aygırı! emin olun şarkı söyleyen bir çok insandan -örneğin ferhat göçer'den- daha sempatik görünüyordu!..

hayat ne garip, ozan orhon falan!

bukowski bi öyküsünde cansız vitrin mankenine aşık olan bi adamı anlatır. günler boyunca vitrindeki mankeni izledikten sonra yüzünü kızartıp mağaza sahibinden satın alan, evinde envai çeşit kadın giysisi ve aksesuarıyla (peruk, küpe, vs.) giydirdiği cansız mankene bir de gerçek bir isim vererek birlikte olan ve sonunda bu cansız manken için kendi kanlı canlı sevgilisini bile terk eden adamı okurken onun bu hastalıklı sapkın durumuna hayret edersiniz. etmeyin! sizin için utanç sebebi olabilecek şeyler başkasının hayatını çizebilir. dokuz yaşındayken kendi sünnet düğününde sahnede tatlıses okuyan bu kardeşiniz (pişmanlık anlamında algılanmasın, ibo candır!) iki güzel gülüş için ne ozan orhon'lara, ne ferda anıl yarkın'lara katlanmıştır, bilseniz şaşarsınız! herkesin acınası loser anıları kendine!

sonuç; kıza hiç açılmadım, platoni iyidir, o da bana en yakın arkadaşını ayarladı, onunla çıktım! güleni döverim! (bkz; ortaokulda çıkmak; ara sıra okul çıkışı eve yürüyüp kırk yılda bir sinemaya gitmek.. ha bir de teneffüslerde gazozunu falan alman gerekiyor, bu!)


1 yorum: