14 Eylül 2014 Pazar

best of damar - 3

iyi sardım ben bu şarkı listeleme işine.. yaratıcılık sıfır, yazacak bir şey bulamayınca döndür müziği çalsın hesabı.. hem böyle listeler çekme kaset doldurtup walkman'de dinlediğimiz eski yılları hatırlatıyor -ki yeni nesil bilmez o yılları! kaset çaları kömürle çalıştırıp, misal metallica dinlemek için ismimizi aylar önceden ptt'ye sıraya yazdırdığımız yokluk yılları!

best of damar - 1 ve 2 olarak iki liste yapmıştım bloğa daha önce.. (link kopyalamayacağım, arayan bulur) baktım neredeyse 2 yıl olmuş bloğa yazmayalı, bir 3.sünü yapalım da üçleme tamamlansın! (bruno kieslowski!!) klasik sistem, üçüncü on'luk olduğundan 30'dan 20'ye döndürüyorum;

30- oasis - "sunday morning call" : anaları bu gallagher kardeşleri 90'lı yılları sallayan albümler çıkarsınlar, bununla birlikte arızalığın dibine vursunlar, bir küsüp bir barışıp kavga dövüş "rock star"lığın hakkını versinler diye doğurmuş! oasis büyük grup, kabul; ama bu manchester'li biraderlerin "müziği biz icat ettik" tripleri, başta blur ve radiohead olmak üzere dalaşmadık grup bırakmamaları bana hep biraz itici, bol miktarda da poz gelmiştir. ama işte adamlar oasis kardeşim, dünya döndükçe şarkıları da döner! "gallagher gibi soyunuz kurusun" dersin, ertesi gün diline wonderwall takılır. neyse, bu listeye koyduğum şarkı en damar bulduğum ve en sevdiğim şarkıları, biraderlerin noel olanından geliyor, "sunday morning call"



29- audioslave - "like a stone" : chris cornell'ın soundgarden sonrasında, r.a.t.m. tayfasıyla bir araya gelerek kurduğu audioslave, heyecan yaratan 3 güzel albüm yapıp dağılmıştı. kendi adıma ikinci albümleri "out of exile", 2000'lerin en iyi 10 albümünün içindedir. "be yourself"i dinlemeden geçmediğim günlerim olmuştur. ama buraya grubun kendi adını taşıyan ilk albümünün bence en güzel şarkısı yakışıyor, adam yazmış kardeşim, güfteye gel!

In your house I long to be;
Room by room patiently,
I'll wait for you there like a stone.
I'll wait for you there alone.




28- coldplay - "beautiful world" : coldplay fanı değilim, chris martin'in vokalini biraz mıymıy bulurum, müzikleri çoğu zaman afakanlar getirir. ama çok güzel bir kaç şarkıları yok değil, onların birincisi hardest part ise ikincisi de budur. zach braff'ın "garden state" filminin de açılış müziğiydi ve çok yakışmıştı o filme de. (o filme yakışan bir diğer şey de natalie portman idi :) dinleyin bakem.



27- skin - "faithfulness" - skin her daim sevdiğimiz hatunlardan. sanırım ingiltere, bir kadın vokalistin ağzında gümüş kaşıkla doğma ihtimalinin en fazla olduğu yer. havasından mıdır, suyundan mıdır? skunk anansie'ye ara verdiği dönemde ablamız boş durmayıp solo olarak da iyi işler çıkardı. faithfulness bence bu döneminin zirvesidir. şanslıyım ki, 2005'te istanbul'da canlı dinlemişliğim de var, yaktı yıktı sahneyi allahsız!



26- daft punk ft. julian casablancas - "instant crush" - damar şarkı listesinde elektronik şarkının ne işi var demeyin! dahi robotların master degree işi "random access memories" geçen sene büyük gürültü kopardı, malum. albümde the strokes'un özlenen vokali julian casablancas ile yaptıkları bu şarkıyı ne zaman dinlesem 4 shot jager yapmış gibi oluyorum! (julian casablancas da kral adamdır ama ismi bir rock star isminden çok brezilyalı pembe dizi aktörü adı gibi değil mi?) şarkı için ekşisözlük'te biri şöyle yazmış; "2003'ün en iyi albümünün en iyi şarkısı!" üzerine yazacak kelimem yok!



25- adele - "turning tables" - adele'in "ingiliz kültür mirası" kapsamında korunması gereken külliyat mahiyetindeki albümü "21" de boş şarkı yok zaten. ablamız bir "lovesong" söylemiş ki, robert smith "işte ben bu yüzden bu şarkıyı konserlerde söylemeyi bıraktım" dese yeridir. turning tables ise bence albümün çok dikkat çekmeyen gizli yıldızı. orjinalindeki yaylı partizasyonlar şarkıyı uçuruyor ama tuhaf şekilde tek piyanoyla söylediğinde de ayrı güzel!



24- the boxer rebellion - "both sides are even" - şarkıdan da gruptan da shameless vasıtasıyla haberdar oldum, güzel bir bölümün final şarkısıydı. (bu arada diziyi bilmeyenler için bendeki etkisini şöyle tarif edebilirim; en büyük korkum bi gece çok sarhoş olup sabah kolumda kafam kadar  'only fiona gallagher can judge me' dövmesiyle uyanmak!) şarkı enfes, vokal derin. bakma yine indie kafası güzel kafa hacı!



23- kings of leon - "pyro" - 3 kardeş ve bir kuzen followill biraderlerden müteşekkil güzel grup kings of leon'un "come around sundown" albümünün güzel şarkısı pyro bu listeye girecek şarkılardan. bizde böyle kardeş, hısım, akraba birliktelikleri yurtseven kardeşler gibi sonuçlar doğuruyor ama bak adamlar yapmış! 2010'lu yıllarda elektroniğe, indie'ye yaslanmadan hala cayır cayır rock yapan ender gruplardan. solist caleb followill (caleb YK) vokal derinliği inanılmaz olan bi kardeşimiz, şarkıyı dinleyince tepkimiz aynı; "adam okumuş arkadaş!"



22- foo fighters - "everlong" - öz abim olsa dave grohl kadar severdim, hakkında burada da yazmışlığım vardır zamanında; bkz; http://brunofalconeri.blogspot.com.tr/2011/07/dave-grohl-bir-deli-oglan.html   nirvana'nın davulcusu, foo fighters'ın herşeyi, q.o.t.s.a.'den, them crooked vultures'a içinde yer aldığı her projeyi çiçek gibi yapan bir abimiz. foo fighers'ın son albümü "wasting light" bence son 10 yılın 10 albümünden biridir. ama buraya seçtiğim şarkı, daha eskilerden, everlong. grohl'un çoğu kez sahneden gitarıyla solo söyler, o hali de efsanedir. bu arada sene oldu 2014, jay jay johanson denilen kılıksızı 800 kere getiren organizatörler hala foo fighters'ı türkiye'ye getiremediler, sıfır vizyon!



21- manic street preachers - "empty souls" - bir kaç sene önce rock'n coke için gelmişlerdi ki gidemediğime en çok yandığım konserlerdendir! dean saunders ile birlikte en sevdiğim galliler. bu listeye girebilecek bir dolu şarkıları var belki, başta "if you tolerate this, your children will be next" olmak üzere. ki 15 yıllık olmuş o şarkı bile, yuh! "a design for life" milli marşları zaten! ama "empty souls"un bendeki yeri başkadır. şarkının berlin'de çekilen videosu da ayrı güzeldir, kahvede okey oynayan türk'leri görebilirsiniz! (benim başörtülü bacılarımı kliplerde oynattılar!!)  solist james dean bradley'in babası, sanatçı james dean'in hayranı olduğu için oğluna aktörün ismini vermiş. iyi ki babamın aklına böyle bir şey gelmemiş; nüfus cüzdanımda samime sanay falconeri yazıyor olabilirdi şu an! gevezeliği kesip şarkıya dönecek olursak, bize edebiyat derslerinde bu sözleri okutmalılar, failatün mefailün'leri değil!;
"Empty souls will leave their homes
To find a place where they're alone"




büyük konuşmayayım ama bu damar şarkılar olayını işbu 3. onluk listeyle noktalıyorum, hayrını görün, her zamanki gibi, neydi mottomuz?
(c'mon, all together);

"beğendiyseniz ne mutlu, beğenmediyseniz çok da fifi!"
:)

yours, bruno f.






27 Ocak 2013 Pazar

best of damar - 2


1,5 sene kadar olmuş, Temmuz 2011'de bir damar şarkılar listesi yapmıştım blogda, bkz; best of damar başlığıyla.. listeye ikinci bir 10'luk deste eklemek ne zamandır aklımdaydı da işten güçten fırsat olmamıştı. bu ikinci desteyi 11-20 arası olarak numaralandırıyorum (sanki grammy dağıtıyormuş gibi bi havalar, bi şeyler!)
içkilerinizi aldıysanız başlıyorum o zaman;

20- brainstorm - "lonely feeling" : brainstorm'la tanışmam güzel albümleri "four shores" ile olmuştu. cd'sini ilk aldığımda uzunca bir süre "thunder without rain"den ötesine geçmediğim için albümdeki asıl güzelliği geç fark edebildim. müzikleri, videoları ve tarzlarıyla tam bir amerikalı izlenimi veren grubun letonya'lı olduğunu öğrendiğimde epey şaşırmıştım. (aynı duyguyu beirut'un amerikalı olduğunu öğrendiğimde de yaşamıştım. beirut ve brainstorm ülkeleri değiştirse kimse yadırgamaz!)
"to be lonely" olarak da bilinen "lonely feeling"in sözlerine bakmak bile yeterli, böyle güzel güfteleri (!) pek göremiyoruz artık;

"All songs should be happy
Actors young and soap operas crappy
Movies are x-rays
Our destinies are choosing our ways
And what should we do?
To enjoy life the most
Or hiding like ghosts?
All is well, only
This is such a lonely feeling
This is such a lonely feeling"




19 - violent femmes - "color me once" : yine bir film neticesinde bağlanılan şarkılardan. zira rahmetli brandon lee'nin çekimleri esnasında bu dünyadan göçtüğü ve kalan sahnelerinin bilgisayar yardımıyla çekilip kurgulandığı rivayet olunan kült film "the crow" da duymuştum şarkıyı ilk kez. (bu arada o filmin soundtrack'i ayrı bir yazı konusu olabilir. hatta düşündüm de bir bütün olarak o filmin soundtrack'ini aşan bir film yok sanırım!) sonrasında violent femmes külliyatını keşfetme şansı tanımıştır bana bu şarkı (sanki amerika'yı keşfediyor, laflara gel!) sonuç; gordon gano büyük adam, r.i.p. brandon lee.. şu filmi de en yakın zamanda tekrar izleyeyim!




18 - incubus - "love hurts" : son albümünü saymazsak her zaman sağlam işer çıkartmıştır incubus! "pardon me", "anna molly", "megolomaniac" olsun her daim sevmişimdir, 2007'deki istanbul konserine gidememek çok koymuştu zamanında! (yeri gelmişken; perşembe günü konser mi olur lan allahsızlar!!) light grenades'in içinde "dig" gibi daha güzel şarkılar da mevcut ama konumuz damar ise konsepti bozmayalım; grubun canlı kayıtlarını topladığı şukela dvd'si "look alive"da da yer alan (ki dvd'nin orjinali bende mevcut, isteyen güzel female arkadaşlarla paylaşabilirim!) canlı yorumu ile "love hurts" bu listeye buradan girer hacılar!




17 - portishead - "roads" : öncelikle bir itiraf; benim portishead ile tanışmam çok yenidir. 2-3 sene var ya da yok. sonrasında şu aşağıdaki şarkıyı dinleye dinleye beynimin döndüğü günler olmuştur. hele ki aşağıdaki canlı kaydı nefis. ne kadar da sade, bir o kadar güzel. fazla söze ne hacet, beth gibbons söylemiş işte;

"I got nobody on my side
And surely that ain't right"

(siz üzerinize rahat bir şeyle alın, ben de içkimi tazeleyip geliyorum panpalar!)


16- msg - "nightmare" : michael schenker group; namı diğer msg! eski bir grup ve eski bir şarkı! lise yıllarında bir arkadaşım tanıştırmıştı beni (fırat, büyüksün!)  kasetini çektirmiş ve dinleye dinleye aşındırmıştım (kaset çektirilen yıllar, vay be! viva 90'lar!) "anytime", "doctor doctor" bilimum şarkıları ezberlemişsem de; nightmare'in yeri ayrıdır. hem dil özürlüsü olan benim için bile kolay anlaşılır sözleri, hem gitar çalamayan birisi olarak benim bile gitarın tek teliyle atabildiğim giriş intro'suyla az havasını atmamış, ekmeğini yememişimdir bu şarkının. helal et msg! (dipnot: üniversite yıllarımda taşınma esnasında kaybettim o kasedi, o zamandan beri taşınmayı hiç sevmem! ay heyt göçebe kültür, ay lav "oturun lan işte kurtlu musunuz ekolü")



15 - rhcp - "under the bridge" : aslında bu onluk liste için fazla "büyük" ve "mainstream" bir grup kaldı red hot chili peppers, farkındayım. ama şu şarkıyı bilip de hastası olmayan birini bulmak, ortalama bir yılmaz özdil yazısında demagojiden uzak zeka ürünü bir satır bulmak kadar zor! antony kiedis'in, grubun overdose'a kurban giden gitaristi hillel slovak'ın kaybının ardından, yaşadığı hayat, şehir, uyuşturucu, vs.'nin tribiyle kaleme döktüğü şarkıdır. frusciante'nin girişteki gitar intro'su en taş kalpleri bile hüzünlendirir. eylül'deki istanbul konserinde bu intro girer girmez kalabalığın halini görmeliydiniz! çakmaklar yandı, sevgililer daha bir sarıldı, boğazlar düğümlendi, "yaşlanıyoruz anasını satayım" düşüncesi kafalardan kafalara yol aldı! tek eksik frusciante'ydi belki ama olsun.  konser sonrası çektiğim tüm yol sıkıntısını tek şu şarkıyı canlı dinlemiş olmaya helali hoş ediyorum! güzeldi be!



14 - eddie vedder - "long nights" : bir önceki listeyi bilenler gelmiş geçmiş en sevdiğim şarkının "black" olduğunu hatırlarlar. pearl jam sevgimizi yinelemeye hacet yok, dünya döndükçe şarkıları da döner umarım. bununla birlikte eddie vedder solo olarak da sağlam işler çıkarır her zaman (bkz; ukulele songs!) 
yine sean penn'in çok güzel filmi "into the wild"ın müziklerini üstlenmişti. (yeri gelmişken sean penn ve eddie vedder'in isimlerinin buluştuğu filmler boş çıkmıyor zaten; "dead man walking"in müzikleri de vedder'ındı) işte vedder'in "into the wild" için yaptığı şarkılardan biri "long nights". şarkıyı dinlemeniz yetmez, bence tam olarak hissetmek için filmi de izlemek şart; uzun uzadıya anlatmaya kalksam sayfalar yetmez! ben gaza getirmesi için aşağıda kuple bırakıyorum, izlemeyen kalmasın bak! acun seyretmekten pelteye dönen beyninize de bi oksijen olmuş olur! (sözcü gazetesi tipi mesaj kaygısı!)



13 - björk - "i've seen it all" : lars von trier'in kült filmi "dancer in the dark"da peter stormare ile söyler bunu björk. o yüzden albümdeki (thom yorke'un eşlik ettiği) versiyonu tabii ki daha güzel. (neticede stormare çok sağlam bir oyuncu abimiz olsa da iş yorumculuğa gelince thom yorke ile kıyaslayamayız haliyle.) aşağıdaki videoda her ne kadar thom yorke'un ismi yer alsa da filmin içinden birebir sahne olduğu için söyleyen stormare! (yanlışsın youtube!) ama siz thom yorke'lu versiyonunu da bulup dinleyin! onun linkini ayrı kopyalayamayacağım şimdi, onu da bi zahmet siz bulun! dilerseniz çayınızı koyup portakalınızı soyup ayağınıza da ben getireyim! her şeyi hazır beklemeyin! öyle bir dünya yok! (içkim bitti, ayar oldum!)



12 - interpol - "untitled" : 

aynı isimde hem "cure" hem de "smashing pumpkins"in şarkıları olmasına rağmen ve ben bu her iki grubu da sevmeme rağmen "untitled" denilince benim aklıma gelen şey, interpol'un şarkısıdır. bir gün konserini izlemeyi en çok istediğim gruplardandır interpol, çünkü açın izleyin internetten canlı kayıtlarını, sahnede inanılmaz güzel çalıyorlar. şarkıları hem albüm kalitesinde çalıyorlar, diğer taraftan hem de ayrı bir boyuta taşıyorlar. nasıl yani demeyin, izah etmeme türkçem yetmez! ben burada "olağanüstü güzel görselinden ötürü" bence bir sanat eseri olan orjinal videosunu paylaşıyorum ama canlı kayıtlarını izlemenizi de şiddetle tavsiye ederim! yeri gelmişken; şiddetin her türlüsüne karşıyım, ama buradan bakınca içinizde hak edenler varmış gibi gözüküyor! bilemedim! (iyice huysuz virjin'e bağladık, hayırlısı!)




11 - the last shadow puppets - "my mistakes were made for you" : al bir sanat eseri daha! şimdi öncelikle dayak yemeden buraya kadar gelebildik çok şükür! içkim bittiği için nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum bu şarkıyı! çünkü kardeşim bu şarkı dönerken ayık kalamazsın, kalmamalısın yani! (kolonyayı sek ve buzlu olarak denedim şimdi, hiç bana göre değil!) alex turner'in müridiyiz zaten. sheffield'lı 86 doğumlu tıfıl bi çocuğun henüz 20 yaşına gelmeden, arkadaşlarıyla kurduğu arctic monkeys ile önce ingiltere'yi sonra dünyayı sallaması potansiyeli hakkında fikir vermişti herkese. üzerine miles kane ile kurduğu diğer grubu (yan projesi) "the last shadow puppets" ile ortalığı bir kez daha ateşe verdi piç kurusu! (sevdiğimden sataşıyorum olm!) "the age of understatement" hala gözü kapalı sayacağım en iyi albümlerin içindedir. çıkış şarkısı "my mistakes were made for you", turner&kane'in birlikte ne kadar tehlikeli bir ikiliye dönüştüklerinin resmidir. güzel demek kesmez, damar diyerek de tam olarak betimlemiş sayılmayız. eli yükseltip şunu söyleyeyim; bunu sevmeyen benimle arkadaş kalmasın ya! cidden! (ayriyeten şu videonun güzelliğine bakar mısınız?)



evet, geldik yayınımızın sonuna.. bu ikinci listemiz de güzel oldu bence.. sonlara doğru içkim bitince biraz kalbinizi kırmış olabilirim.. ama yani kusura bakmayın da siz de hak ediyorsunuz bazen! (gölgesiyle kavga eden adam, bruno!) ben iki bira kapmaya gidiyorum aşağıdan, cheers kankalar! 

26 Ocak 2013 Cumartesi

ağustos 93


öylece duruyorduk. uzun ve sıcak yaz günlerinde yapılacak en makul şey buydu çünkü, öylece durmak. on üç yaşında sıkılgan ergenler için en güzel aktivite.

onların evindeydik. kanepede uzanıyordu ve çok güzeldi! "sadece" arkadaştık.

onun uzandığı kanepenin karşısındaki koltukta yanlamasına yatar pozisyonda; -sırtımı koltuğun bir yanına yaslayıp ayağımı diğer yanından sarkıtarak- koltuğa mikro bir çekyat muamelesi yapıyordum ve laflıyorduk. radyo açıktı ve neden bilmem o yıllarda radyo dinlenirdi.

"sıradaki şarkı benim" dedi ve yattığı yerden tavana bakarak beklemeye başladı. sesi kısılı halde açık olan televizyondaki belgesele takıldı gözüm; afrika ormanlarında yaşam savaşı; zebra sürüsü sulak alanlara doğru göç ediyor. dikkatli olmak zorundalar, çünkü göç yolları üzerinde "öğle yemeğinde bir zebraya hayır demeyecek" çok sayıda meraklı göz ve diş var! radyoda sezen aksu'nun şimdi hatırlamadığım bi şarkısı çalmaya başlayınca sevindi. şarkının sözlerine yarım yamalak eşlik ediyor, şarkının tam olarak bildiği tek yeri olan nakaratına geldiğinde sesini yükselterek sezen aksu'yu bastırıyordu. "sıradaki de senin şarkın olsun" dediği anda göç yolundaki zebralar bir aslan sürüsü tarafından çevrildi. "güzel bir şarkı denk gelse bari" diye içimden geçirdim, ne bileyim, inceden mesaj veren bi şey olabilir belki, bakışıp utanır güleriz falan.

"mutlu hayat yoktur, aslolan mutsuzluğun içinde nadiren yakalanan mutlu anlardan ibarettir" diye bir klişe vardır, evet doğru. hayat dediğin şey özü itibariyle güzel bir şey olamaz, basbayağı zordur! hepimiz için zordur, sadece özneden özneye zorluk derecesi değişir. mesela herkes bilir ki serengeti çölünde yavru bir zebra iseniz hayat biraz daha zordur. işte, paytak paytak koşmaya çalışırken genç irisi bir aslanın hamlesiyle yıkıldı bile. üzerine çullanan diğerlerine karşı koyabilmek için yapabilecek hiçbir şeyi yok! sezen aksu bitti, "benim şarkım" olacağı az önce bana bildirilen sıradaki şarkı başladı; ozan orhon ve "ortada kuyu var!" şansıma sokayım! tamam 90'lar türkçe pop dönen bi radyoda nirvana çalmasını beklemiyordum zaten, tarkan olur, fatih erkoç olur, ne bileyim sinan "lil bro" erkoç bile kabulüm, ama bu ne lan! şarkıyı beğenmemiş ve sahiplenmemiş gibi yüzümü muzipçe ekşitip baktım. kıkırdayarak güldü; "şansına bu düştü, mızlanma!"

sonra biraz daha lafladık, radyoda şarkılar, tv'de hayvanlar geçti, sokaktan iki bisikletli çocuk, bir tüp arabası geçti.. bir ara çalmakta olan şarkıya fon görüntüsü olarak sesi kısık televizyondaki su aygırının yemek yerken açıp kapadığı ağzını yerleştirdik. şarkı söyleyen bir su aygırı! emin olun şarkı söyleyen bir çok insandan -örneğin ferhat göçer'den- daha sempatik görünüyordu!..

hayat ne garip, ozan orhon falan!

bukowski bi öyküsünde cansız vitrin mankenine aşık olan bi adamı anlatır. günler boyunca vitrindeki mankeni izledikten sonra yüzünü kızartıp mağaza sahibinden satın alan, evinde envai çeşit kadın giysisi ve aksesuarıyla (peruk, küpe, vs.) giydirdiği cansız mankene bir de gerçek bir isim vererek birlikte olan ve sonunda bu cansız manken için kendi kanlı canlı sevgilisini bile terk eden adamı okurken onun bu hastalıklı sapkın durumuna hayret edersiniz. etmeyin! sizin için utanç sebebi olabilecek şeyler başkasının hayatını çizebilir. dokuz yaşındayken kendi sünnet düğününde sahnede tatlıses okuyan bu kardeşiniz (pişmanlık anlamında algılanmasın, ibo candır!) iki güzel gülüş için ne ozan orhon'lara, ne ferda anıl yarkın'lara katlanmıştır, bilseniz şaşarsınız! herkesin acınası loser anıları kendine!

sonuç; kıza hiç açılmadım, platoni iyidir, o da bana en yakın arkadaşını ayarladı, onunla çıktım! güleni döverim! (bkz; ortaokulda çıkmak; ara sıra okul çıkışı eve yürüyüp kırk yılda bir sinemaya gitmek.. ha bir de teneffüslerde gazozunu falan alman gerekiyor, bu!)


3 Temmuz 2012 Salı

ölürgezer

"44 yaşında olmanın iyi tarafı nedir, bunu en iyi 45 yaşındakiler bilir" demişti cemil kabaş.. cemil kabaş dediğime bakmayın, feysbuk'da ergenlerin duvarlarında lakırdıları dolaşan afili bir yazar değil kendisi, bizim alt sokakta büfesi olan cemil abi. o lafı da bana demişti zaten. 45 yaşına girdiği gün "abi ne fark eder artık bu yaştan sonra, ha 1 eksik ha 1 fazla" demiştim kısa winston'la para üzerini alırken, ona cevaben söylemişti. 10 yıl kadar önce..

10 yıl kadar sonra.. 45 yaşındayım. geriye bakınca 44 yaşımın da pek hayrını görmedim açıkçası. yapayalnız geçti, bir önceki yıl ve daha önceki gibi. yanlışsın cemil! her boku bilen bir modern dünya dervişi olduğunu sanıyorsun ama üzgünüm, çakma aforizmaların ve sigaradan sararmış bıyıklarınla en fazla bir ayı balığı kadar derviş olabilirsin!

evliyim ve bildiğim kadarıyla 2 kızım var. (yalnızlık hafızayı da köreltiyor bazen)  karımla bir arada değiliz uzun zamandır. pek sık görüştüğümüz de söylenemez. bazı şeyler yıllar içinde eski sıcaklığında kalmıyor. sarkıyor, esniyor. telefon telleri gibi.. ama boşanmayı düşünmedik hiç. hayat boyu mutlu olacaksın diye bir şey yok. tutku da bi yere kadar, neticede yaşadığımız hayat bir dondurma reklamı değil! ne diyordum, evet karım.. arada sırada görüşürüz, daha doğrusu her defasında o gelir. her geldiğinde de farklıdır, bazen susar, bazen avaz avaz bağırır, bazen ağlar, bazen neşesi yerindedir, bişeyler anlatır, kızları çekiştirir, vs vs. ben genelde dinlerim. hiçbir zaman çenemle tanınan bir adam olmadım zaten, ama son zamanlarda suskunluğumla da kendi sınırlarımı zorluyorum. sesim içime çekildi sanki.


mutlu olduğum zamanları hatırlamaya çalışıyorum, asırlar önceymiş gibi geliyor. halbuki birkaç sene öncesine kadar keyfim yerinde sayılırdı. hayatımın orta yerine düşen o küllükten önce. kirli bir araç küllüğü ve çekilmemiş bir el freni nelere mal oluyor, düşündükçe çıldırasım, sonra da durumun abukluğuna gülesim geliyor.

aslında düşününce çok komik bir şekilde öldüm ben. ölürken kameraya çekilmiş olsaydım eğer, hani şu komik kaza videolarını gösteren programlar var ya, -kayarken düşen patenciler, havuza atlarken tramplene vuran, artistlik yaparken bisikletten düşen salakların olduğu-, işte benim ölüm videom da orada oynardı, o derece. kahvaltımı bitirmiş, hatta keyif çayımı da içmiş evden çıkmıştım. muayenesi gelen ve yıllık kaskosunu henüz ödemediğim palio'mun direksiyonuna geçtim, motoru çalıştırdım, el frenini indirdim, ayağım frende, garajdan yola doğru geri geri inmeye başlayacaktım ki küllüğün dolu olduğunu gördüm. bir elimle küllüğü aldım, diğer elim direksiyonda, araba tümsekten geri gitmesin diye ayağımı frene sabitledim, küllüğü dökmek için kapıyı açtım, küller arabaya doğru uçmasın diye iyice eğildim, küllüğü silkeledim, ama dibinde inatçı bir izmarit kaldı, düşmüyor! oğlak burcuyum lan ben, benimle mi inatlaşıyorsun?! (aferin!) iyice eğildim, küllüğü ters şekilde aracın altına vurarak düşürmeye çalıştım. (bok var çünkü!) düşmedi şerefsiz izmarit! ben düştüm o düşmedi! eğile eğile dengesini kaybedip duran arabanın sürücü koltuğundan düşebilen ilk insan olmam, belki hayat boyu kendimle dalga geçmek için başkalarına anlatabileceğim bir hikaye olabilirdi. tabi eğer ben düşünce frenden kalkan ayağım nedeniyle kafam geri geri giden arabanın sol ön tekeri altında kalmasaydı! 

elimde olsa cenazemi bile yaptırmazdım. bu şekilde ölmeyi becerebilen bi adam, kendisi için cenaze yapılmasını da hak etmiyor bence. o kadar utanıyordum ki cenaze sırasında, Allah'tan kimse görmedi beni. sanki herkes üzgün maskesi altında içinden gerzekliğime gülüyormuş gibiydi, cemil abi başta! (şerefsiz!)

işte böyle yani.. size tavsiyem o kadar inatçı olmayın, el frenini çekmeden de iş yapmayın.. salak olmayın, salakça ölmeyin! sonra küçük kızınız çok ağlıyor arkanızdan, ben bunu gördüm!



30 Ocak 2012 Pazartesi

subtitles - 7

"...
- sen niye daha önceden demedin bunu?
- güvenemedik abi, inanmazsınız dedik, harcarsınız dedik, ne olsa bize yüklüyonuz bunu da yüklersiniz sandık!
- oğlum biz de size güvenmiyoz zaten, gelir gelmez ana bacı sövdünüz bana, nasıl güveneyim? sonra diyosun ki 'yüklüyonuz!', e yükleriz tabi!
- siz de sövüyonuz abi?
- ben söverim ben polisim!
- ben de söverim abi, polissin çünkü!
..."

(behzat ç.)

26 Ocak 2012 Perşembe

bir fincher güzellemesi

1992 senesi her insanda etkilerini farklı göstermiş demek. biz 12 yaşında, anamız babamız erken uyusa da show tv'de tutti frutti izlesek diye kurtlanırken, aynı sene amerikalı bir yönetmen, başarılarla dolu olacak kariyerine ilk filmiyle adım atıyordu. büyük bir şairle aynı yıllarda yaşasaydı eğer, "sen mutluluğun filmini çekebilir misin david?" sorusuna muhatap olması muhtemel olan bu insan evladı, david fincher tabii ki.

abinin, 92 yılında, yani 30 yaşındayken çektiği ilk film "alien-3!" (ben 32 yaşımın içindeyim, daha el kamerasından kına gecesi çekmişliğim bile yok! adaletin batsın dünya!). öncesinde çektiği reklamlar ve madonna, billy idol, aerosmith gibi sanatçı/gruplara çektiği video kliplerle tanınan bir yönetmen kendisi. bu ilk filmi, 79 senesinde ridley scott'un çektiği efsanevi film "alien"ın 3. devam filmi. fincher külliyatının kesinlikle en zayıf halkası bu film, ama gene de bu adamı aleme kazandırmış olması bile yeter.

bu ilk filmden 3 sene sonra gelen film ise bir polisiye kara filmi olarak kült mertebesine ulaşmış olan "se7en".
bu film, incil'in yedi ölümcül günahını, incelikli ve karmaşık cinayetler olarak sırayla bize sunarken, yeni yeni başrollere terfi etmeye başlayan brad pitt'i de hem dört başı mamur bir rolde perdeye taşıyacak, hem de uzun yıllar birlikte olacağı gwyneth paltrow ile tanışmasını sağlayacaktı. (bizden kaçmazzz magazin servisi) zaten yönetmenin fetiş oyuncusu brad pitt desek yanlış olmaz. tam 3 filminde (se7en, fight club, the curious case of benjamin button) beraber çalıştılar. (adeta bir scorsese-de niro, bir coppola-marlon brando, bir yavuz turgul-şener şen birlikteliği) brad pitt'in bu her üç film döneminde de gerçek yaşamındaki sevgililerinin farklı olmasını (sırasıyla; gwyneth, jennifer ve angelina) gereksiz bir detay olarak vereyim! yani üst üste iki fincher filmine aynı manita dayanmıyor herife! tahminim fincher brad pitt'e yeni bir rol önerirse angelina jolie'den sağlam dayak yer! (düştüm magazine çıkamıyorum)

fincher sevdiği oyuncuyu kolay bırakmayan bi yönetmen zaten.. fight club'daki ufak rolünden sonra jared leto'yu panic room'da başrole koyması, social network'te yine ufacık rolü olan rooney mara'ya bizzat ejderha dövmeli kız rolünü vermesi bunun ispatı! demek ki sebepsiz alınganlık göstermeyip alien-3'te o yaratığı (bizzat alien) oynamam için yaptığı teklifi kabul etseymişim bi sonraki film se7en'da kevin spacey'in efsanevi sayko seri katili john doe rolünü kapabilirmişim, şayze!! yeri gelmişken o karakter gelmiş geçmiş en baba kötü adamlardan biridir. psikopatlığı sakinliğinde saklı doe'nun kanlı elleriyle teslim olduğu sahne ve inanılmaz finali "20 hassktrrr" gücündedir. finali unutulmaz filmlerden.

ama benim için david fincher'in "müridi olunacak adam" mertebesine ulaştığı film fight club (dövüş kulübü). izlediğinizde çok etkilendiğiniz, her izlediğinizde farklı aforizmalar yakaladığınız filmleri objektif olarak tarif etmekte zorlanırsınız ya, benim için fight club böyle. chuck palahniuk'un aynı isimli romanından uyarlanarak jim uhls tarafından kaleme alınan senaryo, fincher'in kadrajında olağanüstü bir filme dönüşmüş. ben de birçokları gibi romanı filmden sonra okudum, palahniuk, tüketim toplumlarında bireyin sistem içindeki güçsüzlüğü, çaresizliği, yalnızlığı ile toplumsal statülerin ve etiketlerin dayadığı sosyal normlar üzerinden çok sağlam bir kapitalizm eleştirisi getirmiş. (palahniuk'u ülkemizde hakkında dava açılan kitabi ölüm pornosu ile de tanınıyoruz, şu an çevirmeni yargılanıyor.)  bu filme dudak bükenler, "hollywood işi kapitalizm karşıtlığından ne olur ki, bu da sonuçta sistemi aklayan bir film" eleştirisini getirirler hep. saygı duyuyorum, ama bu durum, palahniuk'un bu romanını filme uyarlamanın her açıdan büyük bir cesaret gerektirdiği ve hollywood'da bu filmin, romanın ruhuna sadık kalınarak çekilebilmiş olmasının bile önemli olduğuna dair fikrimi değiştirmiyor. fincher'in teknik, kurgu ve anlatımdaki tüm maharetini konuşturduğu bu filmi ilk izlediğimde 19 yaşında tıfıl bi öğrenciydim ve finans merkezlerinin bulunduğu gökdelenlerin yıkıldığı filmin finalinde pixies çalarken bu izlediğim filmin daha önce izlediğim hiçbir şeye benzemediğini anlamıştım. film çevrileli 13 yıl oluyor, bu sürede hiç izlemediysem 15 kez izlemişimdir. sadece bu filmi çekmiş olmak bile, kendisini büyük yönetmen yapar. bir anlamda bu film, fincher'ın "yurttaş kane"i'dir.

bunlar dışında, "zodiac", yine bir uyarlama senaryo filmi olmasına rağmen, pek de beğenmediğim filmidir david dayımızın. iyi cast, gereksiz uzun ve dağınık anlatımlı bu filmde harcanmıştır. yine the game (oyun) pek çokları tarafından beğenilse de, benim "fincher külliyatı" içinde sıradan bulduğum filmlerdendir. panic room (panik odası) ise bence -ilk filmin günahı olmaz diyerek alien-3'ü saymazsak- fincher'in en kötü filmi. hem de fight club'u çektikten sonra insan nasıl bu filmin altına "directed by" olarak imzasını koyar, aklım almıyor!

normalde başta akademi olmak üzere ödül verenler tarafından uzun süre göz ardı edilen fincher, son yıllardaki filmleriyle artık oscar'larda ve golden globe'larda da adaylıklarıyla dikkate alınmaya başlandı. önce benjamin button, sonra da social network filmleriyle iki kez hem film hem de yönetmen dallarında oscar'a aday olan fincher, iki seferde de eli boş döndü! (eli kırılası akademi bu yıllarda slumdog millionaire ve king's speech gibi filmlere ödülleri verdi, gerçi fight club'u bile görmezden gelen akademi'yi kim takar, o da ayrı konu!)

henüz sadece 9 filmi var david fincher'ın. allah başkalarından alacağı (mesela ferhat göçer olabilir, halil sezai olabilir) ömrü ona verir de daha çok filmini izleriz umarım. peki neden durup dururken hakkında böyle uzun ve sıkıcı bir güzelleme yazısı yazdın diye soracak olursanız, bunun olası birkaç cevabı var;

a-canım sıkıldı, yapacak bişey bulamadım, evet hayatım çok monoton bu aralar,
b-yeni filmi girl with the dragon tatoo (ejderha dövmeli kız) vizyonda, o nedenle reklamı olsun dedim. yine bir romandan uyarlama ve yine sağlam bir film. bu adam uyarlama senaryoları uçuruyor. bu film de fight club, seven, social network ve benjamin button ile birlikte en iyi fincher beşlisine giriyor.
c-bu adamın kariyerine, ben ve benim kuşağım birebir tanıklık ettik. mesela bir kubrick'in "lolita"sını, "a space odyssey"ini, gösterildiği yıllarda sinemada izleyemedik biz, bu adamların sanatsal yolculuğuna eş zamanlı tanık olamadık. ama fincher, bütün kariyerini gözümüzün önünde kurdu. daha ikinci filmi se7en'i izlediğimizde "olm manyak bi yönetmen geliyo" diye düşündüğümüz için, onun bu başarısından da sanki payımız varmış gibi gururlandık. o da tarantino gibi, nolan gibi, 90'larda başladığı yolculuğunda inişlerle çıkışlarla yürüse de, arkasında sağlam bir kitleyi toplamayı ve kendine ait "öznel" bir sinema dilini yaratmayı başardı. bunu da belli bir türe hapsolmadan, sırtını sağlam duvarlara yaslamadan yaptı. uzaydan gelen yaratığın filmini de, yarı fantastik öğeler içeren dönem filmini de yönetti. büyük bütçeli büyük stüdyo filmlerine de, gişede hiç iş yapmayan ama sonradan kült mertebesine ulaşan filmlere de imza attı. reklam ve video yönetmenliğinden gelen teknik becerilerini filmlerine yansıtmaktan geri kalmadı, ama bunu -panic room hariç- gözümüze bir şov olarak sokmak yerine, sağlam anlatımının tamamlayıcı motifi olarak sundu. o nedenle "zamansız" bir yönetmendir fincher.
d-hepsi..

fincher eğer yazının başındaki soruyla karşılaşabilseydi, ne cevap verirdi ki büyük şaire? "first rule is, you do not talk about happiness!" demezdi eminim! belki de bizzat o şairin başka dizeleriyle yanıt verirdi; "mutluluk ele avuca sığmaz küçük bir çocuk, ....mutluluk kadrajında resimlerin tüm renkleriyle"

kadrajın paslanmasın fincher reis!

25 Aralık 2011 Pazar

yavuz & yavuzcan çetin

daha önce hiç video paylaşmamıştım burada. ama bu başka. ülkenin gelmiş geçmiş en büyük gitaristlerinden, blue blues band'ın gitaristi yavuz çetin'i 2001 yılında kaybetmiştik. hayatına kendi eliyle son verdiğinde henüz 31 yaşındaydı. ben ise üniversite son sınıftaydım, henüz yeni çıkmış olan harika albümü "satılık" walkman'imde döne döne aşınmıştı.

yavuz çetin öldüğünde 7 yaşında olan oğlu yavuzcan büyüdü, o da "armut dibine düşer" misali babası gibi büyük bir gitarist ve müzisyen olma yolunda.

dün gece okan bayülgen, televizyon programında pek çok gitar üstadını ağırlamış, aralarında gür akad, batu mutlugil, serdar öztop, cem köksal, asım can gündüz de olan o usta gitaristler de, programın bir yerinde -artık aralarında olmayan arkadaşları-  yavuz çetin'in "köle" şarkısını çalmışlar hep birlikte, hepsi sırayla birer solo atmışlar, aslan payını oğlu yavuzcan'a bırakarak. yavuzcan çetin, babasının şarkısının orta yerinde ona mükemmel bir solo gönderirken insan ne hissedeceğini bilemiyor.. lafı uzatmaya gerek yok, işte o anlar;


seneyi devirirken - vol.2

sene boyunca memleket sınırları dahilinde çıkan güzel hadiselerle, 2011'e dair tefrikamızın ikinci ve son kısmına geçiyoruz. ya da dur bi çay koyup öyle başlayayım. siz de üstünüze rahat bişeyler alın, geliyorum.

-bu senenin güzel albümleri ile başlayalım. melis danişmend'in ilk solo albümü her ne kadar 2010'un son günlerinde yayınlanmış olsa da, bütün etkilerini bu sene doğurduğundan onunla başlayabiliriz. "daha az renk" albümü, danişmend'in eski grubu üçnoktabir'in aksine son derece yumuşak bir sound'a sahip. sert değil, vokalin berraklığı öne çıkmış. "her şey normal", "kettle", "bin doz öfke" tam yorumcu şarkıları. bu sene izmir konserinde bulundum, albüm dışında sahnede söylediği cover'lar da muazzam. iyi şarkıları cover'lamak risktir, altında kalabilirsiniz. ama mesela metropolis'in çok güzel şarkısı "gel gör beni"ye getirdiği yorum, pearl jam'in "jeremy"si, kurban'ın "misafir"i, ve yavuz çetin'in "her şey biter"i, melis danişmend'in sesinde hakikaten çok ama çok güzel olmuş.

-bu sene yayınlanan nilüfer'in "12 düet" albümü, belki bütünüyle mükemmel bir albüm değil. ama hayko cepkin'in "aşk kitabı", rashit'in "uzak dur ateşimden" ve candaş&cingi&ruacan'ın "unut gitsin", malt'ın "ara sıra bazı bazı" düzenlemeleri ve yorumları çok güzel. tnk'nin "selam söyle" yorumu ise introsu itibariyle biraz muse'u anımsatmakla beraber yine albümde kalbur üstü şarkılardan. ayriyeten; ay lav nilüfer, ay heyt kayahan!

-feridun düzağaç için yapılan "iyilik güzellik spor" isimli tribute albümde de hayko cepkin'in "deli" yorumu ve melis danişmend'in "çok geç" yorumu göze çarpıyor. (al bir melis danişmend daha!)

-neyse'nin kendi adını taşıyan ilk albümü ("hokkabaz", türkçe sözlü rock şarkı nasıl olmalı'nın örneği), kreş'in ikinci albümü "kreş çıplak" ("gül açan dudaklar" hem harika bir şarkı, hem de güzel bir videoya sahip), multitap'ın yeni albümü "özel birisin" (kilit şarkı; "ben anlarım", yine videosu da tatlı olan şarkılardan), gevende'nin yeni albümü "sen balık değilsin ki" (kilit şarkılar; "igloo", "esinti"), ehl-i keyf'in ikinci albümü "hasar tespiti" (başta "gülizar" olmak üzere "onlar", "sarmal" ve "göç"e dikkat), elif çağlar'ın albümü "m-u-s-i-c" (kilit şarkı; "circus love", ama siz albümde olmasa da "you got me" cover'ını da bulun, dinleyin), kül'ün albümü "artık güçler dengede",  ve de ortaçgil'in "sen" albümü (bir "light" değil tabi ama) senenin müstesna albümleri.

-pilli bebek, ankara'nın eski gruplarından. bu sene behzat ç.'nin müziklerini yapmaları nedeniyle yeniden hak ettikleri ilgiyi gördüler ve çok dinlendiler. kısacası bu yıl behzat ç.'nin olduğu kadar pilli bebek'in de yılı oldu. özellikle "olsun"un akustik versiyonu unutulacak şarkı değildir.

-kaybedenler kulübü'nün soundtrack albümü de yılın kayda değer çalışmalarından. erdem tarabuş&can gox ürünü albümde ayrıca "ballad of the rock'n roll loser" gibi klasikler de var. can gox&gülce duru yorumu "my woman" ve can gox'un "wrong side of the road" yorumu çok iyi.

-2011'den bahsedip "büyük ev ablukada"yı anmamak, 1986 dünya kupası hakkında konuşurken diego maradona'dan söz etmemekle eşdeğerdir. daha önce de blogda yazmıştım haklarında. albümleri falan yok henüz, çıkarırlar mı o da meçhul. sevenleri onlara internetteki konser kayıtlarından, radyo kayıtlarından, myspace sayfalarından ulaşıyor. çok sağlam bir kitleye şimdiden sahipler. hemşehrim oldukları için torpil geçiyor değilim, ama bu yıl alttan alta en çok büyüyen grup bence. şarkı sözleri ayrı güzel; "karanlık artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin" gibi mesela.. "en güzel yerinde evin", "takıl yani takmıyo belli", "bil", "tayyar ahmet'in sonsuz sayılı günleri" çok güzel şarkılar. izmir konserlerini kaçırdım, artık gidip istanbul'da izlemek farz oldu!

-halil sezai denilen arkadaştan ben bişey anlamadım, "incirli bişey" diye bi filmle çıkış yapan bu er kişiyi "isyeeaannn" diye bağırırken duydum bi şarkısında, bana yetti. hazır teoman müziği bıraktı diye sevinirken yeni bir azabımız var artık sanırım! azap demişken ferhat göçer de geçen gün "wish you were here" söylemiş. nedir arkadaşım bu pink floyd'un türk popçulardan çektiği? serdar ortaç'ın "daktır daktır in dı klasrum" (daktır ne arar la klasrum'da?) travmasının yaralarını toplumca atlatamamışken şimdi de ferhat!.. neyse bişey demiyorum, allah onların ömürlerinden alıp roger waters'a versin!

-"seni öldürmeyen şey, güçlendirir" sözü bu sene en çok ibrahim tatlıses için söylenebilir sanırım. sonuçta kaleşnikof'un öldüremediği bir insandan bahsediyoruz. allah korudu. ibo'nun "yalnızım"ı olmazsa alkol masaları öksüz kalır, diğer başka her şeyi bir tarafa ama sesini severim kendisinin. bu seneyi malum olay nedeniyle tedavi ile geçirdi diye kendisine sırt çevirip burhan çaçan fanı olacak değiliz! (bu arada burhan çaçan'ın liselim şarkısı baya baya pedofilik belirtiler barındırmıyor mu? 40 küsür yaşında bıyıklı adamsın, liseliymiş, kısacık etekliymiş, sapık mısın olm?!) senenin "hayatta kalanı" ibo'ya geçmiş olsun tekrar.

2011 budur.. daha da hakkında yazmam! (çay da bitti zaten!)

ortaokul tarih kitabı insanları

bir insan kendisine en fazla ne kadar kötülük edebilir? kendisine verebileceği zararın sınırı var mıdır? hiçbir konuda sınırları zorlayabilen birisi değilim, kendime zarar vermek konusunda da öyle, maksimum derecem şu; yirmi dakikadır "arka sokaklar" izliyorum. iyilik timsali kahraman polisimiz kötü adamlara karşı.. yersen! kapatamıyorum da, o derece kötü ki insan merak ediyor dandiklik skalasını daha ne derece indirebilirler diye! utanıyorsun ama bırakamıyorsun yani. az önce arayan anneme telefonu "efendim rıza baba" diye açınca durumun vehametini iyice anladım!

"televizyon insanı aptallaştırır" derler ya, yalan! televizyon değil, izlediklerimiz aptallaştırır. bunun yanında dinlediklerimiz, okuduklarımız.. ama sadece bunlar değil, aynı zamanda okumadıklarımız, dinlemediklerimiz, izlemediklerimiz de!

karışık mı oldu? aynı örnek üzerinden anlatayım. arka sokaklar'ı izlediğinizde dizinin gerçekliğine dair koşulsuz bir inanç duyarsanız eğer, mağdur olduğunuzda polisin şefkatli ellerinde her zaman güvende olacağınızı düşünürsünüz. kimliğiniz yanınızda olmadığı için karakola götürüldüğünüzde darp edilmeyeceğinizi.. sadece bir şeyleri protesto eden bir öğrenci olmanızın işkence sebebi olamayacağını.. farklı bir ırka ve renge sahip olduğunuzda başınıza kötü bir şey gelmeyeceğini.. çünkü bu dizilerde karakolda şiddet gören insanlardan veya festus okey benzeri vakalardan bahsedilmez.

bu polis örneğini sadece girizgah olsun diye verdim. bütününde anlatmak istediğim; insan, dünyaya bakışı, siyasi görüşü ne olursa olsun, gerçeği aramak yerine kendisine sunulan ile yetinirse, ortaokul tarih kitabı kadar tekdüze ve cahil bir insan olarak kalır. sadece iktidar yandaşı medya ile beslenen islamcı muhafazakar da, yılmaz özdil'e kutsal insan muamelesi yapan ulusalcı da eşit derecede bağnazdır gözümde. ve hangisi iktidara gelirse gelsin, resmi söylemlerinde pek de bir şey değişmez aslında; "..polis her zaman dostumuzdur,.. kürt sorunu diye bir şey yoktur,.. kimse düşüncelerinden ötürü cezalandırılmamıştır,.. 1915'te bu topraklarda kötü şeyler yaşanmamıştır,.." gibi..

herkes istediğine inansın, derdim o değil, ama ön yargılarını kırmadan, sorular sormadan, zahmete girmeden, rahatını bozmadan ve hatta küfre uğramayı göze almadan hakikate ulaşılmaz!

18 Aralık 2011 Pazar

seneyi devirirken - vol.1

2011'in de dibine vurduk, -ki hakikaten defolsun gitsin, bu kadar rezil, boktan bir yıl olabilir mi? depremleri, savaşları, ölümleri, tutuklu öğrencileri, gazetecileri, vs. bitmedi..  "akasya durağı" dizisi bile güldüremedi milletin yüzünü, düşünün!

ben de gerek bu genel felaketler, gerekse şahsi sebeplerle hiç ama hiç iyi anmayacağım 2011'i! "kendisinden ne hayır gördük ki müziğinden ne bulalım" başlığı altında 2011'de ne olmuş diye bakarsak, yine birbirinin aynı müzikler, sesler, albümler.. insan bir 1991 senesini düşünmeden edemiyor, zira o sene yayınlanan albümlerden sadece birkaçının ismini zikretsem durum anlaşılır; nevermind, ten, use your illusion, blood sugar sex magik.. şimdi geriye dönüp bakınca "vay be ne yılmış" demiyor mu insan? peki bundan 20 yıl sonra 2011'e dönüp bakanlar kimin albümlerini görecek; lady gaga ve ferhat göçer! allahtan serdar yeni bi yaz albümü yapmadı, o da bir şeydir..

ama güzel şeyler de hiç olmadı değil, -ki işbu yazının amacı da onlar, bi başlayabilsem allah'ın zihniyle! (okuyacaklarınız hevesli bir dinleyicinin tamamen kıçının keyfi olan şahsi yorumlarıdır, beğenirseniz eyvallah, beğenmezseniz çok da fifi! :))

-bi kere 2011'in başlı balına "adele" yılı olduğu kesin.. ingilizler senelerdir olağan üstü kadın vokaller çıkarır zaten; jane birkin, marianne faithfull, amy (mekanı cennet), pj harvey, vs.. biz burada sertab'lara, candan erçetin'lere maruz kalırken, adalılara kraliçeler indirilmiş! adaletin bu mu dünya! işte bu familyanın son üyesi adele. ilk albümü 19 ile de dikkat çekmiş ise de açıkçası benim pek radarıma girmemişti. ama bu yıl yayınlanan 21 için ne söylenebilir ki? kesinlikle senenin en iyi sesi ve en iyi albümü, açık ara.. "rolling in the deep" marş oldu zaten, "someone like you" sözleri ve vokali ile tek başına bi şişe şarap içirir.. "rumour has it", "set fire on the rain" başta tüm albüm o kadar iyi ki, robert smith'i kıskandracak "lovesong" yorumu bile arada kaynıyor. bıraksan 3 gün daha yazarım adele'i, bırakma o yüzden! 10 numara 5 yıldız..

-foo fighters ve dave grohl'u ne kadar sevdiğimi ayrı bir yazıda daha önce yazmıştım (bkz: arşiv, link kopyalatmayın şimdi bana). wasting light cayır cayır bir rock albümü. "dear rosemary" gibi bi şarkı yapan adam, çok hayır duası almıştır bence. sert ve melodik. sene boyunca ipod'umda döndü durdu bu albüm, daha da doymadım. bi türkiye konserinin vaktidir artık!

-pj harvey'in "let england shake" albümü, the decemberists'in "the king is dead" albümü (down by the water mükemmel şarkı), red hot chilli peppers'ın "i'm with you" albümü (monarchy of roses, eski dönem rhcp şarkıları gibi) senenin kalbur üstü çalışmaları. (red hot'ın 2012'de istanbul'da olacağı söyleniyor)

-bi de bu sene çıkış yapanlar var; biri lana del rey.. amerikalı bu kızımızın an itibariyle henüz yayınlanmış bir albümü bile yok! 2012'nin ocak ayında çıkacak ilk albümünün önden gelen ilk iki single'ı dünyada lana salgını çıkmasına yetti.. "video games" (patırtıyı koparan şarkı) ve taze gelen "born to day" (videosu david lynch filmleri gibi) olağan üstü iki şarkı.. 2011 nasıl adele yılı olduysa 2012'de de bu hanım kızımızı konuşacağız.

-bir diğeri de selah sue. kendisini yakın zamana kadar tanımaz bilmezdim, ilk ayşe'nin blogu (aysekavas.blogspot.com) vesile oldu tanışmama. daha sonra araştırdım, dinledim. adını taşıyan ilk albümünü henüz bu yıl çıkartmış olan bu 89 doğumlu belçikalı'ya kanım ısındı. amy ekolünden sanki.. "crazy vibes" ve cee lo green'e eşlik ettiği "please" nadide eserler. "ain't no sunshine" yorumunu da bulun, dinleyin.

-şöyle bi baktım da 2011 kadın solist anlamında sağlam mahsul vermiş. ama giderken de en iyisini götürmüş.. amy winehouse'un gidişi 2011'in en büyük kaybı. "back to black" dünya durdukça dinlenecek bir albüm, ölümü sonrasında yayınlanan ve tony bennett ile düeti "body and soul"u da içeren son albümü "lioness:hidden treasures" da müteveffayı anmamıza vesile..

-lou reed ile metallica'nın birlikte bir albüm hazırladığını duyan her fani "aha, nasıl olacak bakalım?" diye bi heyecan duyar.. çünkü isimler boru değil, müzikleri arasında ise alaka yok, nasıl olacak diye bekledi herkes. ve sorunun cevabı bir süre önce belli oldu; tam bir ucube! "lulu" isimli albüm hakkında daha insaflı bir yorum yapmaya çalışıyorum ama olmuyor. hakikaten lou reed'in yaşlılığı, lars ulrich'in de para gözlüğü çekilmiyormuş!  allah'tan o kadar dalga geçildi ki bu albümle, bi yenisini yapmaya cesaret edemezler.

-bu yıl yayınlanan cameron crowe'un "pearl jam twenty" belgeselini son derece hissi duygularla izledim.. 90'lar seattle, grunge, pearl jam, eddie, nirvana, cobain, chris cornell, neil young, vs. hepsine dokunulmuş. vedder ile cobain'i sarmaş dolaş izlerken "vay be" dedim. adeta bir dönem tasviri. daha erken doğsaydım gençliğimi 80'lerde manchester'de, 90'larda seattle'da geçirmek isterdim. bu dileğimin 90'lar kısmının nedenini bu nadide döküman veriyor. izleyin, izlettirin!

-peki elin ecnebilerinde böyleyken, bizim diyarda neler oldu 2011'de, onu da bi sonraki yazıda yazayım, zira karnım acıktı, bi de "mahmut tuncer şov" başlıyor, ben kaçar panpalar..